Biz 78 kuşağı, cesur, umutlu ve büyük düşleri olan bir kuşaktık. 12 Eylül’le genç bedenlerimiz çarmıhlarda elektrik şoklarıyla kasılırken, kuşağımın rüyalarını boğan, geleceğini çalan, devletti

Biz 78 kuşağı, cesur, umutlu ve büyük düşleri olan bir kuşaktık. 12 Eylül’le genç bedenlerimiz çarmıhlarda elektrik şoklarıyla kasılırken, kuşağımın rüyalarını boğan, geleceğini çalan, devletti.

İşkence tezgâhlarında onuru incindiği ya da geleceği karartıldığı için, öfkesini dağlara çıkmakla bile dindiremeyen arkadaşlarım vardı.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde, “yataklık” isnatıyla tutuklanmış, pek çoğu Türkçe bilmeyen Kürt köylülerine İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezbere okuyamadıkları için her tür işkenceyi reva gören, devletti.

80’lerde bozuk sicilimizin peşinde iz sürenlere rağmen, hayata yeniden tutunmaya çalışırken 1990’dan itibaren faili meçhul cinayetlerle kirli elini bir kez daha yurttaşlarının kanına bulayan, devletti.

Gizli toplu mezarların, kirli sırların sahibi ve müsebbibi devlet…

O gencecik insanların enselerinden tek kurşunla yaşamlarına son veren ve faillerini özenle saklayıp sonra demokratik bir Türkiye’den söz eden devlet.

Erdal Eren’den Uğur Kaymaz’a, Ceylan Önkol’dan Berkin Elvan’a, hiçbir suçun faili olamayacak masum çocukları mahcubiyet duymadan ve hiçbir özür iliştirmeden katleden devlet.

Yıllar geçtikçe, her yeni kuşağa sevgisiz, acımasız çehresini her fırsatta göstermekten asla caymayan devlet.

Roboski’de otuz yedi yurttaşına bomba yağdırıp susan; yazıyı, düşünceyi kuduz köpekler gibi kovalayan ve sırf yazdığımız için bizleri tek kişilik hücrelerinde unutan devlet.

Bir hak arayışıyla alanlara çıkan eğitimci, öğrenci, işçi, esnaf ve memura şiddet uygulayan, hukukçuları ve akademisyenleri susturan, her tür ifade hakkını gasp eden ve yurttaşlarının ruhlarını pervasızca sakatlayan devlet.

Belki bu yüzden topyekûn bir ruhsal sakatlanmalar ülkesiydik biz!

Bu ülkede devletin kestiği parmaklar hep acımıştır. Yine de birileri insan olmaktan, -eleştirel bakmaktan, daha iyiyi, haklıyı aramaktan- hiç caymamıştır.

Zaten genetik kodlarında bir barış felsefesi olmamış, demokrasiyi içselleştirememiş bu topraklarda devlet, şeffaf ve sosyal bir devlet olmayı asla başaramamıştır.

Şimdi aynı devlet geleneği, bu kez yeni kuşakların geleceklerini, düşlerini ve rüyalarını aynı arsız iştahla yağmalıyor.

Bu ülkenin ekonomisinden dış politikasına kadar yönetiminde söz sahibi olan bir avuç kasabalı adam, son on yılda sınıf atlamış türedi burjuvalarla kol kola, gelecek kuşakların soluk alabilecekleri yeşil alanları dahi doymak bilmez bir iştah ve açgözlülükle rant alanlarına dönüştürüyorlar.

Kararlar verdikçe, konuştukça bu ülkeyi kirletiyorlar!

Hayatı kendilerinden ötesi için bir oruca çevirmeye çalışan bu az gelişmiş insanlar, henüz reşit olmayan çocukların bile örtünmelerini sağlayacak düzenlemelerle, o çocukların hayatlarını daha bugünden karartıyorlar.

Örneğin, 17 Aralık yolsuzluk dosyasını tek celsede kapatmakla, yeni kuşaklara aynı zamanda ahlaki bir toplumsal çürümenin kötü modellerini bırakıyorlar.

Yasama, yürütme ve yargıyı kendilerine göre dizayn edip yurttaşlarına ve muhaliflerine göz açtırmayacak bir polis devleti inşa ediyorlar.

Bütün bunları yaparken kendilerini vatansever, eleştirenleri de devletin maneviyatsızlaşan şahsına hakaretten yargılayıp “vatan haini” olarak yaftalıyorlar.

Bir de bu ülkede “Benim devletim”diyen, diyebilen yazar arkadaşlarım var. Benim, devletim ise yok, hiç olmamıştır da!

“Benim devletim,” diyebilen bir bakış açısının, evrensel normlarda yapıtlar üretebileceğine ve yazdıklarının zamana direnebileceğine hiç inanmıyorum.

Çünkü devlet olgusu, doğası gereği -bir yazı adamının kefil olamayacağı kadar- kirli ve zalim bir mekanizmadır.

Örneğin, Sartre’ın devleti de olmamıştır, A. Camus ya da Nietzsche’nin bir devleti olduğunu da düşünmüyorum.

Bu yüzden daha 1980’lerde, “Ey devlet” demiştim:

Artık o(kulun) yok senin…