Yazar Polat Özlüoğlu “Her şeyin daha iyiye gideceğine inanmak istiyorum. İçimde buna dair bir umut ışığı da var. Daha çok gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde ya da sosyal medyada üzerinde bir günlük konuştuğumuz ve daha sonra unuttuğumuz insanların hikâyelerini yazmaya çalışıyorum” diyor.

Hepimiz bir gün öteki olacağız

Şirvan Yaşar - Ertuğrul Ogan

Polat Özlüoğlu’nun yazdığı Annem, Kovboylar Ve Sarhoş Atlar kitabı bu yılın ses getiren öykü kitaplarından biri oldu. 2023 yılında 34. Haldun Taner Öykü Ödülü, Fakir Baykurt Öykü ödülü ve 7. Antalya Edebiyat Günleri En İyi Öykü Kitabı ödüllerini aldı. Yazar, toplum tarafından kutsal olarak addedilen aile kurumunu masaya yatırdığı yeni kitabı Sahi Adım Neydi’de yer alan öykülerindeyse mutsuz, baskıcı, arızalı ailelerde büyüyen çocukların hayata karışma hikâyelerine odaklanıyor.

Bir yanıyla eksik ve yaralı çocukların dostluk ilişkileri, aile kurma çabaları ve aşka dair yolculuklarını kaleme alan yazar, temelde toplumdan dışlanan, ötekileştirilen insanların hayatlarını ve yaşama tutunma çabalarını konu ediniyor. Polat Özlüoğlu’yla kitaplar ve yazmak üzerine konuştuk...

Kitaplarla, yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
Okumak hayatımda her zaman vardı. Bu süreç okumayı öğrendikten sonra güzel kitaplar seçerek yavaşça gelişti. Her genç gibi şiir yazmaya odaklandığım bir dönemim oldu. Ve aslında kötü şiirler yazdığımı anladım. Böylece kötü bir şairden iyi bir öykücü çıkar mı, diye düşündüm. Ege Üniversitesi Gazetecilik bölümü mezunuyum. Bu yüzden olayların önünü, arkasını, nedenini ve geçmişini merak eden ve bir yandan da kulak misafiri olmayı, dinlemeyi çok seven birisiyim. Mezun olduktan sonra uzunca bir süre radyolarda çalıştım. Radyoculuk yaptığım yıllarda metinlerimi kendim yazıyordum. Bu sebeple epeyce bir yazma deneyimim oldu. Ama yazdıklarımın öykü olup olmadığını hiç sorgulamamıştım. Daha sonra bunların bir öykü olabileceğini düşündüğümde bir atölyeye yazıldım. Bu atölyede çok sevdiğim Selda Uzunkaya’ya denk geldim ve beraber yazmaya başladık. Yazarlık açısından onun ilk öğrencisi bendim, benim ilk hocam da o oldu. Birlikte öykü yazmaya ve öykü üzerine konuşmaya başladık. Bu süreç 2012-2013 yıllarında başladı. Bu süreçte öykü yazabildiğimi anladım.

Son eseriniz Sahi Adım Neydi’den bahseder misiniz?
Bu kitabı yazmadan önce sıklıkla politik geçmişi olan karakterler ve ev içindeki durumlar üzerine yazan birisiydim. Genelde öykülerimi kadın dilinden anlatırım. Eril dil çok kullanmadan –benim tanımlamamla nötr bir dil kullanmaya çalışarak– yazdığım öykülerdi. Geriye dönüp baktığımda hiç aşk ve dostluk üzerine spesifik olarak yoğunlaşmadığımı gördüm. Daha sonra bir aşkı, bir dostluk hikâyesini yazabilir miyim, dediğimde bu öyküler çıkmaya başladı. Tabii daha çok heteronormatif düzenin dışında kalanların; dışlanmış, kırılmış, ezilmiş karakterlerin hikâyeleriydi bunlar. Özellikle ilk öyküyü yazdığımda yakın arkadaşlarıma okuttum ve öykü onlara çok şiddetli geldi. Ama ben böyle bir aşkın yaşanabileceğini, böyle bir aşkın ardından da yas sürecinin çok şiddetli olabileceğine inandım ve okuru da o inandığım duruma ortak etmek istedim. Ardından da diğer öyküler geldi. Tabii karakterleri cımbızla çektim. Mesela bir cücenin aşkını ya da bir trans bireyin aşkını edebiyatta çok okumuyoruz. Tüm bunları kendi dilimle, tarzımla diğer çağdaşlarımdan farklı yapmaya çalıştım. Tabii yazılmayanı yazmak ve yazdıklarını paylaşmak da cesaret isteyen bir durum. Yazdıklarımı okurlarımla paylaşmaktan gurur duyuyorum. Kendilerini biraz olsun o karakterlerin yerlerine koyabiliyorlarsa ne mutlu bana. 

Yazım sürecinizden bahsedebilir misiniz? 
Herkesin farklı bir yazma deneyimi oluyor. Kimisi haftalarca kafasında karakteri, hikâyeyi kurgular ve notlar alır. Tüm bunları yaptıktan sonra oturup yazmaya başlar. Benim bu şekilde bir deneyimim yok. Elime kâğıt, kalem aldıktan sonra eğer bir şeyler yazmaya başlarsam zaten o bir öykü olarak ortaya çıkıyor. Hiçbir karakteri ve olayı öncesinde kurgulamıyorum. Tabii sonunu ben de bilmediğim için o masadan bitirmeden de kalkmıyorum. Aslında yazım kısmı benim için en kolayı. Esas zorluk yazım süreci bittikten sonra başlıyor. Çünkü ben o metnin dil işçiliğini yapıyorum, bir madenci gibi kazıyorum o kelimeleri cümlelerin içinde. Bilgisayara geçirdiğimde on beş sayfa olan bir öykü düzenlemeye başladığım zaman yirmi beş sayfaya çıkabiliyor, ertesi gün baktığımda tekrar on beş sayfaya düşebiliyor. Aslında benim için öykünün dili çok önemli çünkü Türkçe çok güzel bir dil ve ben Türkçeyi en iyi şekilde kullanmaya çalışıyorum. Tekrar tekrar okuyorum hatta sesli okuyup dikenli yerler var mı diye dikkatle kontrol ediyorum. Dediğim gibi edebî lezzet için dil işçiliği yapıyorum. Herkes güzel hikâye anlatabilir ama o hikâyeyi okunur kılan özenli ve işlenmiş bir dildir. Özenli kullanılmış bir dil, okuyucuyu, öykünün ya da o yazının içine daha kolay çeker. Çünkü dil okurun gözünde bir dünya yaratır. Sinemanın milyon dolarlar harcayarak yarattığı dünyayı biz kâğıt, kalem kullanarak yaratıyoruz. Bu yüzden o dünyayı yaratırken dili çok iyi kullanmalı bir yazar.

Yazmayı sonradan öğrenebilir miyiz yoksa özümüzde yazmakla ilgili bir şeyler olmalı mı?
Aslında bu konu hakkında sıklıkla düşünüyorum. Nasıl ki resim öğrenilerek yapılan bir şeyse yazmak da son zamanlarda öğrenilerek yapılabilecek bir şeymiş gibi anlatılmaya başlandı. Yani cümle kurabilen herkes yazabilir gibi bir noktaya geldi. Ben bu konuda biraz daha tutucu davranıyorum. Yazmak eyleminin yüzde doksanı öğrenilebiliyorsa geriye kalan yüzde onluk kısmının da içten gelen bir yeteneğe bağlı olduğuna inananlardanım. Tabii ki yetenek olmadan da güzel cümleler kurabilirsiniz ama cümleler bir metni ortaya çıkarırken yazarın içinden gelen samimiyeti, içgörüsü, yaşadığı deneyimler; çağa, çevresine karşı duyarlılığı ne kadar gerçekse ne kadar farklıysa o zaman o metin bambaşka yollara kapı açabilir. Yazan çok insan var ve insanların yazması da oldukça hoş bir şey ama yazmakla yazarlık tabii ki de farklı şeyler. Yeteneğin yanında sürekli yazmak gerekiyor çünkü yazarlık çokça yalnızlık ve disiplin gerektiren bir şey. Öykü yazmaya başladığım süreçte dört yıl boyunca her hafta bir öykü yazdım. Yazarlık aslında disiplin, çalışkanlık ve biraz da yetenekle yani yazarlık ışığıyla alakalı bir şeydir, diyebilirim. 

Oldukça klişe bir soru ama sanatın herhangi bir dalında üreten insanlara bu soruyu sıklıkla soruyoruz. Polat Özlüoğlu neden yazıyor?
Bunu ara ara ben de düşünüyorum. Aslında yazmak bana keyif veriyor. Yalnız kalmayı seven hatta yalnızlığına düşkün bir insanım. Yalnız kalıp kitap okumaktan, yalnız kalıp insanları seyretmekten hoşlanan birisiyim. Öykülerimi genelde dışarda, kafelerde yazar; düzenlemesini evde yaparım. Yazarken insanları gözlemlemeyi seviyorum, bir yandan da onlara kulak misafiri olmak açıkçası hoşuma gidiyor. Bu merakım sanırım çocukluktan ve biraz da gazetecilikten gelen bir durum. Bu yüzden bazı şeylerin önünü, arkasını çok merak eden birisiyim. Hem bu durumdan hem de yazmaktan keyif alıyorum. Güzel ve iyi bir öykü yazdığım zaman daha doğrusu yazdığım öykü üzerinde çalışıp onu daha iyi bir hale getirdiğim süreç beni çok mutlu ediyor. Ayrıca tüm bu yaşanan kötülükler içerisinde kendimi iyi hissetmek için de yazdığımı söyleyebilirim. Bu gergin ve hiç de iyi olmayan ortamda bazı şeyleri mesele edinmek; tüm bu haksızlıklara, hukuksuzluklara yönelik küçük öyküler yazıp okuyucuyla da paylaşmak bana iyi geliyor. Sanki başımı yastığa koyarken en azından tüm bu kötülükler içerisinden bir tanesine değinmiş olmak beni mutlu ediyor. 

Öykülerinizde toplum tarafından ötekileştirilmiş insanlardan bahsediyorsunuz. Toplum, ötekileştirdiği insanlara karşı oluşturduğu tabularını yıkabilecek mi?
Her şeyin daha iyiye gideceğine inanmak istiyorum. İçimde buna dair bir umut ışığı da var. Daha çok gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde ya da sosyal medyada üzerinde bir günlük konuştuğumuz ve daha sonra unuttuğumuz insanların hikâyelerini yazmaya çalışıyorum. İnsanların biraz daha dikkat etmesini, o insanlara dair farkındalık yaratılmasını istiyorum. Bu çerçeveyle normal olanın ne olduğunu da sorgulasınlar istiyorum. Sonuç olarak bizim normalimizle toplumun normali çok başka. Toplumun normaliyle evinizin normali de oldukça başka. İşte tam bu noktada şu soru geliyor akıllara: Bu normalin dışına itilen insanlar nasıl yaşayacaklar, nasıl tutunacaklar dünyaya? Cinsel yönelimi farklı olan bir insan ne ailesinin bir parçası olabiliyor ne de toplumun bir parçası olabiliyor. Aslında tüm bunlar üzerine düşünüyor ve yazıyorum. 

Öteki... Bu kavramı kullanarak da ötekileştirmiş olmuyor muyuz?
Öteki kavramı hakkında düşünenlerdenim. Aslında bir nevi etiketlemek gibi bir şey ama bazı şeylerin de tanımını maalesef yapamıyoruz. Nasıl bir gün hepimiz mülteci olacaksak hepimiz bir gün öteki de olacağız, diye düşünüyorum. Ve aslında olduğumuzu da biliyorum, bir bakış dahi bir insanı öteki durumuna düşürebilir. Bir zenginin bir yoksula bakışı... Bu da bir ötekileştirmedir. Ama öteki kavramını kullanmamaya itina etmek, ona başka bir isim vermek de bu kavramlar üzerine çalışan, düşünen akademisyenlerin ya da sosyologların işi. Benim derdim, o insanlara dair bir şeyleri okurla paylaşmak. Edebiyat aracılığıyla insanlara bir şeyler sunmak istiyorum. Kavram karmaşası tabii ki var ama bunun sebebi ben değilim. Ben yazmakla mükellefim.