Her şey birdenbire (mi) oldu

Ulaş KARADAĞ / Konuk yazar

Orhan Veli’nin “Birdenbire” şiiri çok güzel bir şiir. Şöyle diyor Orhan Veli bu şiirde, “Her şey birdenbire oldu. / Birdenbire vurdu gün ışığı yere; / Gökyüzü birdenbire oldu; / Mavi birdenbire. / Her şey birdenbire oldu; / Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan; /Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire. / Yemiş birdenbire oldu.” 

Şiiri alıntılamamın nedeni şu: Kimi zaman, içinden geçtiğimiz süreçlerin tarihselliği, sürecin kendisinin yakıcılığı veya görünüşteki “birdenbireliği” nedeniyle göz ardı edilebiliyor. Geçtiğimiz günlerde, Birikim Haftalık’ta Işıl Kurnaz’ın “Can Atalay, AYM ve Hak ve Özgürlükler Yapbozu” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Kurnaz şöyle yazıyor: “AYM, çok kritik konularda ihlal kararı vermemekle, hak ve özgürlükler alanında siyasal iktidar karşısında çekingen ve sinik bir pozisyonda olmakla eleştirilmeliyken, eleştirmemiz gereken bir Mahkeme’nin varlık mücadelesine destek vermek zorunda olduğumuz bir siyasal hatta çekiliyoruz."

Bu cümleyi okuduğum anda şunu düşündüm: “Aslına bakılırsa, böyle bir siyasi hatta çekilmiyoruz. Böyle bir siyasi hatta yıllar önce çekildik ve bu hat kaybedildi”. Yazıya özü itibariyle bir itirazım olmadığını söylemeliyim. Ancak, bugün anayasallığa ve yargıya dair olup bittiği belirtilen hususlar (söz gelimi, bir başka yazıda söylendiği gibi, “bu son olayla birlikte anayasal devlet olma fikrinden vazgeçil[mesi]”), çok daha önce ve yıllara yayılan bir şekilde gerçekleşmedi mi? Bu zaten 2010’dan önce (bana kalırsa 2002’den itibaren) ciddi bir biçimde mücadelesi verilmesi gereken bir konu değil miydi? Andrew Arato dahi (ki Anayasa Mahkemesi’nin bir vesayet organına indirgenemeyeceğinin de altını çiziyordu), daha 2007’de AKP ile AYM arasında bir “at yarışı” başladığını yıllar önce ve tekraren vurgulamadı mı? Dolayısıyla, bugün neredeyse her kesimden çıkan yüksek sesli itirazların çok daha önce kolektif bir biçimde dile getirilmesi gerekmiyor muydu? Kuşkusuz evet. 
Ancak, bildiğimiz gibi tam tersi oldu. Barolar, yargıç ve savcı örgütleri belirli uğraklarda önemli itirazlar öne sürseler de “eleştirel” fikir ve kanaat önderlerimiz, “eleştirel” kamu bu karşı çıkışları ustalıkla bastırdı. Farklı iktidar blokları eliyle yürütülen anayasal (dolayısıyla da yargısal) ele geçirme mücadelesinde ileri sürülen argümanlara itiraz edenler (bir başka deyişle, AKP, bugün Yargıtay’ın ve yandaşların kullandıkları “vesayet” ve “yargısal aktivizm” kavramlarıyla politik bir ajandayı hayata geçirirken buna karşı çıkanlar) yıllar boyunca statükocu, vesayetçi, ergenekoncu olmakla suçlandı. Pek çok insan, 2010 öncesi ve sonrası, hukuken eleştirdikleri (ve hatta ona karşı hukuki mücadele yürüttükleri) bir yargı sisteminin, her şeye rağmen gerici ve daha otoriter bir politik ajandanın/stratejinin cephesi haline getirilmemesi gerektiğini savunan “bir siyasal hatta” çekildi.

Kumpas davaları serisi Yargıtay’ı da kapsayan bu tasfiye ve ele geçirme sürecinin bir parçasıydı. Bugün, İlhan Cihaner’in 2010’da göz altına alınmasıyla geçtiğimiz hafta Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulması arasında nasıl bir fark var, bunu sorgulamak gerekmiyor mu örneğin? O dönemin tetikçi medyası, bu defa Cihaner’i tahliye eden Yargıtay’ın kararını eleştiriyordu.  Dönemin HSYK’sı Cihaner’i göz altına alan özel yetkili savcıların özel yetkilerini kaldırdığında, Yargıtay bunun hukuka uygun olduğuna dair bir açıklama yapmıştı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin tepki vermekte tabii ki gecikmedi: Ergin, “HSYK'nin kararı için ‘Anayasa ve yasalara aykırı bir hukuksuzluk, yetki gaspı’ dedi. (…) Yargıtay'ın açıklamasının ‘ihsas-ı rey’ (oyunu belli etme) olduğunu iddia etti”.  Dönem, Yargıtay mahkemelerin amiri değildir haberlerinin yapıldığı dönemdi. (17-25 Aralık’tan sonra ise Yargıtay, yeni bir “temizlik” operasyonunun parçası haline getirilecekti. Buradaki kriz, bazı yüksek yargı üyelerinin -daha önce görülmemiş bir şekilde- Yargıtay önünde yaptıkları eylemle dışavurulduğunda ise, Yeni Şafak “Yargıtay’da Cübbeli Şov” haberini yapacaktı. Mücadelenin, “Yargıda Birlik”te temellenen yeni safhası başlıyordu). Dahası, “eleştirel” kamu/medya yıllar boyunca bu sürece kimi zaman alkış tuttu, kimi zaman görmezden geldi. Şimdi aynı medya, aynı figürler, bütün mevziler kaybedildikten sonra “AYM kararı tanınmıyor” diyerek kıyameti koparıyor. Bu hususlardan bağımsız, koparılması da gerekiyor. Ancak, bunları not düşmeden de edemedim. Çünkü, bu sürece nasıl gelindiği sorusuna, sanıyorum ki gereken önem verilmiyor.    

***

Bununla birlikte, yukarıda değindiğim “bu son olayla birlikte anayasal devlet olma fikrinden vazgeçilmiştir”  argümanına ilişkin de bir not düşmek istiyorum. Daha önce, anayasasızlaştırma kavramının Türkiye’nin anayasal yakın tarihinin kavranması bakımından yetersiz kaldığını kısaca belirtmiştim.  Bu sürecin (anayasasızlaştırma kavramının işaret ettiği değişimi de içerecek şekilde) bir anayasal ele geçirme süreci olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ancak Birikim Güncel’deki yazılarında Özlem Kaygusuz ve Oya Aydın, kavramın mevcut haliyle işe koşulmasındaki yetersizliği aşmak adına anayasasızlaşma sürecini yekpare bir süreç olarak ele almıyor, hukuki ve siyasi anayasasızlaştırma aşamaları biçiminde dönemselleştiriyorlar. 

Yazarlara göre, “hukuki anayasasızlaştırma, bir ülkede yürürlükte olan anayasa ve yasaların uygulanmaması, anayasal kurumların etkisizleştirilmesi, ancak buna rağmen siyasi yaşamın kesintiye uğramadan olağan bir şekilde devam etmesidir."

Ancak, hukuki anayasasızlaştırma, “Başkanlık rejimine geçişin ardından başlayan, giderek derinleşen ve niteliksel olarak farklılaşan anayasasızlaştırma sürecini ve ortaya çıkan istisna rejimini anlamamız için yeterli değil." “Çünkü bu süreçte anayasasızlaştırmanın aldığı biçim, AKP’nin 2015 seçimlerini kaybetmesinin ardından iktidarda kalmak için kurduğu siyasi ittifaklar ve istikrarlı olarak uygulanan siyasi bir strateji ile ilişkilidir. Artık anayasasızlaştırma, darbe teşebbüsü ardından geliştirilen yeni iktidar stratejileriyle çok daha güçlendirilmiş ve geri döndürülebilir olmaktan çıkmıştır." 

Yazarların argümanı, sürecin daha iyi kavramsallaştırılması bakımından önemli. Ancak anayasasızlaştırma kavramını kullanan bir kimse, hukuki anayasasızlaştırma olarak adlandırılan sürecin, her durumda ilgili ülkenin iktidar yapısıyla anayasal mimarisini, dolayısıyla da Rousseau’nun deyişiyle siyasi hukukunu ilgilendirecek bir strateji dahilinde hayata geçtiğini pekâlâ iddia edebilir. Kanımca da bu iki süreç, farkları olmakla birlikte, dönemsel olarak birbirlerinden bu şekilde ayrılabilir süreçler değildir. Türkiye’nin anayasal mimarisindeki dönüşümün, yazarların ileri sürdüğü gibi 2016 veya 2017’den sonra değil, 2002’den itibaren bir “siyasi stratejinin” parçası haline getirildiğini ve belirli uğraklarda güçlendirildiğini vurgulamak önemlidir. Anayasa krizinin, AKP iktidarının ebesi olduğunu, 2010’a kadar iki önemli anayasal krizin yaşandığını unutmamak gerekir. Dahası, yargısal ele geçirme sürecinin önemli bir parçası olan kumpas davalarının AKP’nin on yıllık bir siyasi ittifakının ürünü olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Bu bakımlardan, başkanlık rejimine geçiş öncesi hukuki anayasasızlaştırma sürecinde, siyasi yaşam kesintiye  uğramamakla birlikte pek de olağan biçimde devam etmemiştir. Anayasal veya daha geniş anlamda jüridiko-politik dönemeçlerin çoğu Türkiye’nin siyasi hayatında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir. Dahası, bana öyle geliyor ki Türkiye’de anayasal devlet olma fikrinden “bu son olayla” değil, belirli bir politik stratejinin ve anayasal ele geçirme sürecinin parçası olarak, 2008 kapatma davasının kararı ve 2010 referandumuyla birlikte vazgeçilmiştir. Bu süreçte, bir önceki yazıda değindiğim gibi biçimsel ve sosyo-politik ele geçirme teknikleri birlikte işletilmiştir. Hukuki ve siyasi anayasasızlaştırma kavramlarıyla bu iki kavramı karşılaştırmak ise kuşkusuz başka bir yazıyla mümkün.

*Hukukçu