İsviçre’deki minare referandumuyla ilgili olarak dünkü Hürriyet’in “Çan ve minare” şeklindeki manşeti çok çarpıcıydı. Habere göre

İsviçre’deki minare referandumuyla ilgili olarak dünkü Hürriyet’in “Çan ve minare” şeklindeki manşeti çok çarpıcıydı. Habere göre, İsviçre’nin Basel kentinde Elisabethen Kilisesi, çan kulesini sembolik olarak minare ilan etmişti. Üstelik kilisenin papazı bir Türk imam ile birlikte ortak ayin düzenlemiş, burada İncil ve Kuran’dan ayetler okumuşlardı!
Böyle şeyler Türkiye’de olabilir mi, diye düşünmeden edemedim.
Yani bizde “kilise çanı” konusunda referandum yapılır mıydı ve yapılsa sonuç ne olurdu?
Aslında sorunun ilk bölümü saçma. Çünkü İsviçre siyasal geleneklerinde referandum sıkça kullanılan bir siyasal katılım mekanizması. Oysa bizim siyasal geleneklerimizde referanduma çok fazla yer verilmiyor. Bence bu iyi bir şey…
İyi bir şey çünkü referandum, çoğulculuğa aykırı bir şeydir. Sorulan soruyu temel alarak, toplumu ikiye böler. Oysa demokratik toplumlarda, sorunun kendisi de olmak üzere, her şey tartışma konusu olabilir.
Ayrıca yanıtların evet-hayır’dan çok daha farklı, zengin ve çeşitli olduğu kabul edilir. Bütün bu yanıtların meşru olduğu da.
Gerçi, “yalnız ve güzel” ülkemde, hemen her şey bir referandum yapılıyormuşçasına tartışılır. Sonuç odaklı bir toplum olduğumuzdan, vereceğimiz evet ya da hayır yanıtının gerekçeleri, hiç de önemli değildir çoğumuz için.
AB’ye evet mi, hayır mı? Bu açılıma ne diyorsun? Evet, Hayır? Ergenekon davası? İyidir, kötüdür…? Tamam uzatma yani işte… Uzun uzun “kafa ütüleme”.  Leb demeden leblebiyi anlarız biz.
Yani her gün referandum yapılır gibi tartışılan bir ülkede, resmi olarak referandum yapılmaması ya da az yapılması, bence iyi bir şey…
Peki diyelim “şehrimizde kilise olsun mu, olmasın mı” diye bir referandum yapıldı. Sonuç ne olurdu? Yanıtı almak için referandum yapılmadan, yaşanmış örneklere bakmak bile yeterli. 1993 Sivas ilk akla geleni… Bırakın sürekli faaliyet gösterecek bir kiliseyi, birkaç gün sürecek bir başka mezhebin etkinliğine bile tahammül yok. Vurulan öldürülen Hıristiyan misyonerleri, onlara haksızlık olacak ama, saymıyorum bile…
Peki, şu kilisenin yaptığı? Bu Türkiye’de olabilir miydi? Yani diyelim kilisenin çanı yasaklandı diye, bir cami, kapılarını Hıristiyanların ibadetine açar mıydı? İmam, bir papazla birlikte İncil’den ve Kuran’dan ayetler okur muydu? Hadi cesur bir imam çıktı diyelim, cemaatin ona tepkisi ne olurdu?
Gözlem düzeyinde bütün bunlara olumlu yanıt vermemiz olanaksız gibi görünüyor. Cami, kapılarını Hıristiyanların ibadetine açmazdı. İmam papazla birlikte İncil’den de ayetler okumazdı. Cemaat da buna tepki gösterirdi. Kimse kusura bakmasın, ben Türkiye’de öyle bir cami, öyle bir imam ve öyle bir cemaat bilmiyorum. (Kamuoyu araştırma şirketleri, bir de bunu anket sorusu yapsa?)
Birbirimizi kandırmayalım. Hoşgörülü insanlardan oluşan bir toplum değiliz. Bize hoşgörü gösterilsin ama biz başkalarına göstermesek de olur.
Bencillik değil mi bu?
Biz, toplum olarak Sivas’ta, Yozgat’ta, Çanakkale’de, Hakkâri’de, Kars’ta, Burdur’da, Elazığ’da, Diyarbakır’da… Oralara iş için binlerce Avrupalının gelmesini ve sonra zamanla oralarda kiliseler kurmasını, kendi dillerini öğrenmek istemesini görmeye hazır mıyız? Ya da bırakın Avrupalıları… Mesela Afgan, Bangladeşli, Filipinli gelse… Mahalleler oluştursalar…
Bırakın başka ülkelerden gelenleri, birbirimizin farklılıklarını görmeye ve onları hoşgörü ile karşılamaya hazır mıyız? 
Burada sadece “dinsel ya da etnik tutuculuğu“ eleştirdiğim sanılmasın. Sadece “şiddete yönelmiş tutuculuğu” eleştiriyorum. Ama tutucuysa, “yok kardeşim, tutma bırak mı” diyeceksin?
Dünkü Hürriyet’te konuyla ilgili bir de çok hoş yazı vardı. Cuma Sohbetleri köşesinde dinsel konularda yazan Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu, İsviçre’deki referandum hakkında, “bu konuda tek hatalı İsviçreliler mi?” diye soruyordu. Ve sonra ekliyordu:    
“Bizlerin yani dünya Müslümanlarının bu kaygılandıran sonuçta hiç mi suçu yok? Yüzde 57 civarındaki “Hayır” tercihine bizim hiç mi katkımız yok. İslam neden insanları korkutuyor. İslamofobi neden gelişti. Batı insanı İslam konusunda neden bu denli peşin fikirli? Neden bu denli yobaz ve bağnaz?...
Sorguladığım bütün bu konularda, İslam'ı temsil eden dini müesseseler, organizasyonlar ne yapıyorlar? Kendimizi Müslüman olmayan halklara anlatabilmek için ne yapıyoruz? ….. Sormadan edemiyorum; İslam'ı Afganistan'daki çatışmalardan başka temsil edecek ve bizim organize edebileceğimiz bir görsel argümanımız yok mu? İslam denilince terör çağrışımı yapılıyorsa bunda Batı medyasının görüntü kirliliğinin yanı başında bizde de bunu sağlayan malzeme kirliliği yok mu?
Neden bu soruları sormadık yıllarca. Bu soruları sormak İslam'ı sorgulamak değil, bilakis İslam'ı dışarıdan gelecek kirlerden arındırmaktır. İsviçre'deki bu referandum faciası bize bu konuda kendimizle ve tembelliklerimizle hesaplaşma imkânı verecekse bu bile bir nimet olmaz mı? Olaya bir de bu açıdan bakalım, derim.”
Buydu Hatipoğlu’nun söyledikleri.
Peki, onun Müslümanlar için söyledikleri, başka siyasal ya da sosyal gruplar için de geçerli olabilir mi? Olabilir tabii, neden olmasın?
 “Özgürlük” ve “demokrasi” mücadelesi verdiği iddiasındaki bir siyasal partinin yetkililerinin bile, İzmir’de gelişen ırkçı ve şovenist tepkiye “Ankara’nın batısında domuzlar, mikroplar var“,  “Sıkıysa siz de Diyarbakır’a gelin” ya da “faşist İzmir” diye tepki gösterdikleri bir ülke burası.
Oysa yaşadığımız her gelişmede, karşıtımız siyasal anlayışlar kadar, bizim ya da mensubu olduğumuz siyasal anlayışın da sorumluluğu nedir sorusunu sormak gerek.
Irkçılık/şovenizm meseleleri, “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar” sorusuna benzer. Tavuğu da yumurtayı da, meselenin her iki tarafını da beraber konuşmak gerekir. Ama…
Horoza da sormuşlar bu soruyu.
“Vallahi” demiş “ben işime bakarım, gerisine karışmam!”