Belli ki vicdan denilen şey bu ülkeyi çoktan terk etmiş. Onun yerine gelense, büyük bir aymazlık filan da değil, şımarıklık. Şımardıkça körleşen, körleştikçe şımaran ve örneğin şimdilerde resmi olarak casus kabul edilen birinin ilişkilerini ortaya çıkarmak için verilen araştırma önergesini zamanında kahkahalar atıp poz vererek reddedebilen bir şımarıklık. Yaşanılan şeyin bir karabasan olduğunu sanmıyorum, yaşanılan şey dünyanın, kapitalizmin ve dünyayı cennete çevireceğini vadeden büyük anlatıların yaldızlı yüzlerinin altından çıkan gerçek yüz.

Milyon dolarlar hap niyetine yutuluyor, insanların alın terinden topladıkları milyarlarca dolar, halkların, insanların katledilmesi için ortalığa saçılıyorken, birileriyse yerlerde sürüklenen annesine bakıp yalnızca çığlık atabiliyor: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”. Ve biz bu çığlıkların bir yerlere dokunacağını, kararmamış bir yüreğe denk geleceğini sanıp aldanıyoruz. Bazı yüreklerin henüz kararmamış olacağı umudunu tazeleyerek kendimizi aldatıyoruz. Ah insanın o büyük aldanışı. Ah iyiliğin bitmek tükenmez bilmek yenilgisi. Ah iyi bir dünya özleminin, kötülerin bile bir yüreğe sahip olduğunu sandıran o saf tutumu.

Çığlık yalnızca duyulsun diye değildir. Kanatmak, ağlatmak, karşıdakine de insan olduğunu hatırlatmak içindir. Ah bu çığlıklarımızın bir duvara vurur gibi geri dönüşü. Ne yaşanırsa yaşansın, birilerinin vicdanında hâlâ kararmamış bir yerin, dokunulabilecek bir yerin, “insan” bir yerin kalmış olabilme umudundaki naiflik ve bu naifliğin her daim yenilgiye duçar oluşu.
Oysa biz kadim bir coğrafyada insanlığa, merhamete, adalete bakınırken; rüşvetler, kollara takılan saatler, ülkenin geçmişini ve geleceğini satanlar karınca gibi çoğalmış. Toklar daha tok, açlar daha aç olurken, tam da böyle olmasını isteyenleri hangi açlık rahatsız edebilecekti ki. Hangi açlık onların gözünü doyuracak, hangi açlık akşam başlarını koydukları yastıklarda huzurlarını bozacaktı ki? Ah bizim sevecen açlığımız, açlığımızla lokmaları boğazlara dizeceğimizi sandığımız o büyük, o güçlü, o saf vicdanımız.

Birileri dini artık bir inanç olarak değil, bir kalkan olarak kullanmaktadır ki, eğer bir şirk varsa o da ancak bu olabilir. Çünkü Tanrı, oğlu İshak’ı (İsmail) öldürsün diye emir verdiğinde, İbrahim’in kendi emrine karşı gelip gelmeyeceğini sınamadı. Bu emir bir sınama değildi. Çünkü Tanrı’nın önceki emri “öldürmeyeceksin”di –ki İbrahim’e oğlunu öldürtmedi-. Tanrı artık paranın, insanın, nesnelerin, hayvanların değil insanın aklının, nefsinin, arzularının kendisine teslim edilmesini istemiş ve “kurban” geleneğindeki en büyük kırılmayı gerçekleştirmişti. İbrahim’i dinlere inanan, inandığını söyleyen ya da öyle olduğunu sandığımız kimilerinin bu dünyayı bir karabasana çevirmiş olmasındaki saik hâlâ insanı kurban etmeleri, hâlâ paraya ve nesneye tapmalarıydı. Bugün, İbrahim’in bıçağı onun çocuklarının göğüs kafesine inmiştir artık. Dünya kan gölüdür. İnsanların ve hayvanların kanı, diğer bütün canlıların ve cansızların acısı etrafa saçılmıştır.

Artık sevmek ve hoşgörü denilen şey ahlaki bir kuvvete sahip değildir. Bunlar yalnızca bazı insanların, bazı insanlar ve bütün insanların diğer canlılar üzerindeki tahakkümünü meşru kılmak ve vicdan muhasebesini önlemek için vardır. Sevmek ikiyüzlüdür. İnsan bir kedi yavrusunun katline/katiline vermesi gereken tepkiyi hakkıyla verebilmekte, ancak insana yapılan zulüm için susmaktadır.

Adaletin olmadığı yerde, hoşgörü ve sevgi, mazlumun zehridir.

Ve bunca acının ve adaletsizliğin üzerine, cennet önemli değil ama bir cehennem mutlaka olmalıdır, yoksa da olmalıdır.