Korku üzerine kurulu her iktidar kendisi gibi düşünmeyeni bir tehdit olarak kabul eder. İktidarın korku ile mayaladığı politik duruşu, onu baskı ve şiddetin ana aktörü haline getiriyor. Bireyi her şeyi ile işgal etmenin ince hesaplarını yaparak, havaya salınan her özgürlük nefesini zehirli kabul eden bu anlayış, önüne çıkan her düşünceyi, tepkiyi, direnci kendisine karşı mevzilenmiş düşman algısı ile karşılıyor ve zapturaptını örgütleyerek politik çirkefliğini sınırsız hale getiriyor.
Hayatın her alanı bu çirkefliğin ördüğü bir ahlaksızlıkla şekillendiriliyor. Baskı, şiddet ve zor’un bu kadar şerbetli hale getirildiği bir dönem hiç olmamıştı demek yanlış olmayacaktır.
Üniversite gençliğinin kendi içinde geliştirdiği tepkilere karşı bir ıslah planı uygulandığı çok açık. Üniversitelerin değişimin bir motoru olduğu tarihsel deneyimi onları oldukça rahatsız ediyor. Toplumsal meselelere karşı aktif bir duyarlılık geliştirerek bulunduğu her alanda bunu özgün biçimlerle dile getiren gençlik tablosu, iktidar için kuşatma altına alınması gereken bir tehlike olarak görülüyor.
YÖK, yeni sahiplerinin güttüğü bir eşek olarak hala ayakta duruyor. Öğrenciler hakkında topladıkları istihbarat bilgileriyle ülke güvenliğine katkı sunmayı kendisine iş edinmiş prof menşeli zatlar ise işgüzarlıkta birbirleriyle yarışıyorlar. Polis ve istihbarat birimlerine vatan, millet adına hayır işi saydıkları gönüllü ajanlık işlerini, bilimsel namuslarını ipe sermenin genişliğiyle yapıyorlar.
Medyaya da yansıyan birçok örnek bunu doğruluyor.
Öğrencilerin toplumsal meselelere karşı ortaya koydukları duyarlılıklarını “örgüt propagandası” olarak kabul eden ve haklarında onlarca yıla varan cezalar isteyerek yargılayan bir sistem demokrasi üretebilir mi? Kişi hak ve özgürlüklerini kullanmanın suç sayılmayan suç olarak kabul gördüğü bir absurdlük sınır tanımayan bir hukuksuzlukla meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Kendi üniversitesinde yaşananları bireysel olarak eleştirenlere karşı bile tahammül edemeyen bir zırzopluk kafasına göre takılıyor. Okuldan uzaklaştırıyor, atıyor, cezalandırıyor ve daha da önemlisi fişleyerek kayıtlara geçiriyor. Sallabaş memur kadrosundan üniversitelerin ve doğal olarak örgencilerin başına atananların eğitime bakışı, üç maymun temelli “benim örgencim işini bilir” oluyor. Özgür ve bilimsel eğitim talebinin bu kafaların algı alanının dışında olmasına şaşırmamak gerekiyor.
Trajikomik olayların baş aktörü olmaları bu yüzden.
Gizem Gömaz ve Mikail Boz’un yaşadıkları tam da bu sorunun en çıplak halini yansıtıyor.
“Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özen’i ve üniversite yönetimini Evrensel gazetesinin Genç Hayat ekinde eleştiren KTÜ öğrencisi 22 yaşındaki Gizem Gömaz, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı.
KTÜ Orman Fakültesi 2’inci sınıf öğrencisi Gizem Görnaz, Evrensel gazetesinin Genç Hayat ekindeki ’Yakarım KTÜ’yü de yakarım’ başlıklı yazısında, üniversiteye kayıt sırasında bağış adı altında alınan 100 liranın, KTÜ Güçlendirme Vakfı’nın kasasına girdiğini belirtmişti. Bunun üzerine KTÜ Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özen, Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na ’Basın yoluyla hakaret’ suçlamasıyla şikayette bulundu. Savcılık soruşturmasının ardından Gizem Görnaz hakkında dava açıldı.”  (2 Şubat Radikal)
Mikail Boz’un başına gelen ve hakkında hızla karar alınarak okuldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan mesele ise bir başka ibretliği gösteriyor. Ekşi Sözlük'te Marmara Üniversitesi’ne dekan olarak atanan Yusuf Devran hakkında hiciv yollu kaleme aldığı iki yazı yüzünden Boz okulundan uzaklaştırıldı.
Savcılığın Boz hakkında soruşturma açması,  polisin ifadeye çağırması ve ardından apar topar üniversiteden uzaklaştırılması bir oldu.
“Yüksek lisans yaparak eğitimime devam etmek istediğim için aldığım bu uzaklaştırma akademik olarak da bana etkisi olacak bir ceza. Eğitim görmek, benim için geceleri askerdeyken ders çalışmaktır. Eğitim giderlerini karşılamak için yazın konfeksiyonda çalışmaktır. Bunları Fakülte Yönetim Kurulu da bilmektedir. Savunmamda anlattım…” (bianet.com)
Cezayı verenlerin değil, haksızlığa uğrayanın kendisini anlatmaya, dile getirmeye çalıştığı bir ülke Türkiye. Bir üniversite öğrencisinin kendi okulunda yaşanan gelişmelerle ilgili yazı yazması kadar doğal bir şey yok ama gelin görün ki onu cezalandıran kafa, özgür, bilimsel bir eğitim ve üniversite anlayışıyla hiç barışık değil. “Sen beni tanıyor musun?” sözünün arkasına sıralanmış bir güç peydahlanması, haddini bildireceği kurbanlarına “hamili yakınımdır” kartvizitli referansını, vücut diliyle ifşa etmeyi es geçmiyor.
Yaşadıklarını duyuramayan daha kaç yüz öğrenci var kim bilir? Başına gelenleri anlatamayan, anlatacak kanallara sahip olamayan yüzlerce öğrenciyi düşününce insan, durumun vahametini daha iyi anlıyor.
Anma yapmanın, katliamları protesto etmenin, Dünya Barış Günü ve 1 Mayıs İşçi Bayramı'nı kutlamanın, BDP’nin basın açıklamalarına katılmanın ve Kürtçe parçalar eşliğinde halay çekmenin “suç şüphesini artırıcı delil” olarak kabul edilmesi ve Demokratik Yurtsever Gençlik üyesi 30 öğrenciye 400 yıl ceza talep edilmesi “dindar bir nesil” yetiştirmeyi hedef olarak önüne koyan büyük demokrasimizin bir sonucu olsa gerek.
Öte yandan Grup Yorum konseri için bilet satan öğrencileri örgüt üyeliğinden yargılayan ve 1 ila 13 yıl arası ceza verenler, iki dudakları arasına sıkıştırdıkları genç hayatları taş duvarların, hücrelerin içine hapsediverdiler.
Bu bir tehdittir.
Özgür, bilimsel üniversite talebini ulusal güvenlik sorunu olarak gören, özet bir tanımla okumanın cehaleti almasını ama eşekliğin baki kalmasını isteyen Mili Eğitim yobazlığının yansımasıdır hepsi.
İktidar “dindar bir nesil” baklasını ağzından çıkarak bunu ilan etmiştir. Tüm üniversiteleri vatan, millet ve din üçlemesiyle katmerleyecek ve önlerinde engel gördükleri tüm sol, demokrat, ilerici kesimleri üniversitelerden temizleyerek yollarını düzleyecekler.
Ama üniversite gençliğinin köklü bir direniş tarihi var. Bu tarihin yarattığı bilinç kolay kolay yok edilemez.