İyi şiir her zaman sözün doruğundadır

Kardelen Dalokay

Itır ve Güneş, Yan Yana Yedi Kırmızı, Rengin ve Hayâl, Binbir Deniz ve Âteşîn Beyaz adlı şiir kitaplarının yanı sıra Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Latin ve Yunan Mitologyası ve Bulut Defteri adlı inceleme-deneme kitapları da bulunan Aydın Afacan çağrışımlarla ve sorularla düşünen çok yönlü bir şair ve yazar. Dünya Çok Uzak adlı yeni şiir kitabı vesilesiyle renkler, mitologya, lirizm ve yazarın sorumlulukları üzerine konuştuk.

Her kitabınızda olduğu gibi, Dünya Çok Uzak’ta da renkler tahayyülünüzün ayrılmaz bir parçası. Sahi, renklerle neden bu kadar haşir neşirsiniz Hocam? Bu sadece bir zevk meselesi mi yoksa poetik bir tercih mi? 
Renkler çocukluğa kök salmıştır. Yazdıklarımın görsel özellikler taşımasında renk de önemli bir etkendir. Haşim gibi şairleri çok severim ama izlenimlerle ve onların yaydığı çağrışımlarla yetinmem, gönderme ve “art alan” yoğunluğu daha önemlidir benim için. Şiir dünyamın “rengîn” özellikleri bütün bunlarla birlikte var oluyor. Bu, doğayla içlidışlı oluşla da ilgili; doğaya yatkın ama kentsiz de duramayan. Rengin tonu da önemli kuşkusuz, parlak, yaldızlı, rüküş şeyler beni renkten uzaklaştırır. Derinlik, parlak şeylerden uzakta oluşur çünkü. 

Tıpkı renkler gibi mitoslar da tahayyülünüzün ayrılmaz bir parçası. Yahya Kemal’den Necatigil’e, Anday’dan Hilmi Yavuz’a birçok usta şairin hem doğu hem de batı mitologyasından beslendiğini biliyoruz. Ama sizin şiirinizde mitologyanın bence çok daha ayrı bir yeri var. “bütün çağları eflatun bir rüya içinde gez[iyorsunuz]” sanki. “Korinthos’ta güneşler içmeye” ya da “ayla dolu Temenos”da hayaller kurmaya neden bu kadar düşkünsünüz?
Şiirdeki mitos belirli halkların mitolojik birikiminden yararlanmakla sınırlı değildir. Şiir doğası gereği mitosa açıktır: “İnsanlığın çocukluğu”ndaki düşünme biçimiyle kalıtsal bağları var. Eğretilemeleri düşün, şiirsel imgelemin beslendiği toprağı; biraz dikkatle bakıldığında dildeki mitoslar kolaylıkla görülebilir, tortular, kalıntılar halinde. Ayrıca şairle şaman arasındaki bağları anlamak için çocuk tahayyülüne bakılabilir: Oradaki canlılaştırma eğilimi ve antropomorfik bakışlar söz konusu bağı daha bir anlaşılır kılacaktır. Herkes hayal kurar doğal olarak, şairin hayallerini farklı kılan, dilin bu özelliklerinin şiirde içkin oluşundandır. Sorudaki örneklere gelince: Aslında belli halkların mitologyalarına ait adlar çok değildir benim şiirlerimde. Biri mitolojik temele dayansa da bu sorudaki yer adları, büyük Yunan şairi Elitis’e ilişkin gönderme ile benim yaşantılarımı buluşturuyor. Bundan ötesi “açıklamaya” girer ki, şairin şiirini açıklaması doğru değildir. Şiir açıklamayı kendi yapar, “gizlenerek”! Adlar bazen indirgeyici olabiliyor. Kısaca: Şiirin o adlarla ilişkisi de dolaylı olmalıdır. Mitosları veya geçmişin birikimini olduğu gibi aktarmak gibi tekrarların bir yararı yok şiire. 

Lirik şiirin öleyazdığı hatta öldüğü söyleniyor. Ya da çağımızdaki baskın edebi türün roman olduğu… Kısacası şiirsel duyarlılıkta bir kayıp yaşandığı ortada. “Dünya” belki de bu yüzden “çok uzak” artık… Ama siz her şeye rağmen lirik şiirler yazıyorsunuz. Bunun Adorno’nun lirik şiir değerlendirmelerini de aşan devrimci bir tutum, bir başkaldırı olduğu söylenemez mi?
“Ölüm” veya “son”, özellikle Hegel’den bu yana bazı disiplin ve sanatlara neredeyse yapışır oldu. Postmodernlerin bazı paradigmalara yönelik parlak saldırıları, bir ölçüde etkili olsa da eninde sonunda çözülecektir. Tanımların aşınması ve aşılması başka bir şeydir, olup bitenin tanımsız bırakılması başka. Ortalık tuhaf yığılmalarla doldu… Romanın veya başka türün baskın olması şiirin değerinden bir şey kaybettirmez. İyi şiir her zaman sözün doruğundadır. Baskın olmak, zamana, “konjonktür”e bağlı bir durumdur. Steiner’ın “edebî figürün temsili” konusundaki tespitini anımsayalım, çağdan çağa değişen şeyler var. Ayrıca görsel olanın her şeyi bastırdığı bir zamanda, roman da içinde olmak üzere söz ve yazının bütünü tehdit altında görünüyor.

Lirik şiire saldırılara gelince, bunlar yeni değil. Bazı tuhaf “şiir karikatürleri” üzerinden yapılan saldırıların lirik şiir açısından kayda değer bir yanı yok. Kimi avangart girişimlere özenen “konserve” iddiaların yayın ve sanat ortamlarında egemen görünmesi iç karartıcı elbette. Ama bu egemenlik, birtakım tepkiler, “bağımlı” ilişkiler, gruplaşmalar ötesinde sağlam bir teorik zemine oturmuyor. Kaldı ki, bazı avangart çıkışların yol açtığı “yıkım”ı ne ölçüde sürdürebildiğini anlamak için sanat tarihine şöyle bir bakmak yeter. Şu sorunun yanıtı sözgelimi: Bizde “şiiri sokağa indirenler”, neden onu orada bırakıp bambaşka bir şiire yöneldiler? Hatta tuhaf biçimde, o popülist küçük adam ikonunu “soldan” selamlayanlar da az değildi. Zamanımızın “TikTok, Reels” görüntülerinde bolca yer bulan “küçük adam”ın yarattığı “ahvali” anlamak için derin sosyal-psikolojik analizlere gerek yok, yaşadığımız günlere bakmalı… Şiirsel duyarlık konusundaki tespitinde haklısın. Bana gelince, evet, “dünyanın uzaklığı” vurgusu söz konusu duyarlık kaybına da işaret ediyor. Diğer yandan Adorno’nun “şeyleşme” konusundaki hassasiyetini burada incelemeye açmadan ve kavramsal muğlaklık gibi sorunlara girmeden lirik şiir konusundaki saptamalarının ufuk açıcı olduğunu teslim etmek gerekir. Lirik şiirin muhalefeti, ne slogan ve klişelerde ne de lümpen dilin araçlarıyla olur; şiirin “kendisi” olarak daha derinden ve daha sağlamdır. Slogan ve klişelerin bir işlevi var ama şiirden uzakta! Yeni ufuklar açacak tartışmalar gerekiyor elbette. Bir de söz konusu gidişata “bir başkaldırı” olarak değerlendirilmek ne güzel! 

Diğer kitaplarınızda olduğu gibi Dünya Çok Uzak’ta da ezilen halkların ve mücadelenin sesini duyuyoruz. Bir yanda “içinden kenar çocuklar geçen gitar”, bir yanda da “‘saman sarısı’ bir yolculuk”… Peki, sizce sanatçı çağına karşı sorumlu mudur?
Şiirlerimin, söz ettiğin duyarlığı yansıtması doğal; dünyaya, çevresine karşı sorumluluk duymak solda olmanın doğasındandır. Bu duyarlığın, sanatın elverdiği bir dolayımla elbette, şiirlerime yansıması kaçınılmazdır. Tüm bunlar “özerklik” ve “saf şiir” tartışmalarına uzanmayı gerektiriyor. Bu da daha etraflıca tartışmayı ve belli sorunsalları kuşatmayı gerekli kılar ki, “başka sefere” diyelim… 

***

beton mukaddimesi
avaz avaz çıktım masaldan
pervasız
buradayım işte dünyada, yapayalnız

ne olmuş burada; aynalar kükrüyor
bu kargaşa, bu telaş, bu gürültü…
ne hal etmiş size böyle yalanlarınız

evlerin göz çukurları karanlık
simsiyah kan kokusu
rüzgâr perişan 
karşıya dikilmiş bu duvar
ziftten zifirden beter, bu
bataklık… bu ‘dünya devi’ cüceler

bırakıp gitti bizi kuytu dereler 
masala dönmenin imkânı yok
dünya inledikçe, ürüyor devran
tuşlar, harf çamuru, bu sağır insan

bu kördüğüm, bu hançer
batmıyor mu böyle size kalbiniz?

yalnız kelimeler kaldı elimde işte
Zenon değilim ben, biliyorum
ne dilimi koparıp yüzünüze tükürdüm
ne de sizin o battal kulağınız koptu!

diyecektim daha… ama kervan dağıldı