Umut niteliğinin iyimserlikten farkı, mücadele gerektirmesi. Kişi, uğruna mücadele ettiği değerlere bağlılığından dolayı umutlu oluyor.

İyimserlik ölebilir umut ise ölümsüz!

Zülfü Livaneli - Yazar

Stefan Zweig, bütün gençliği boyunca Avrupa halklarının birleşeceğine inanarak yaşamıştı. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımına tanık olduktan sonra, tam bir savaş karşıtı olarak hayatını sürdürmüştü. İyimser bir kişiydi. İyimserlik, onun hayat kaynağı, yaşama vesilesiydi. Yakın geleceğin daha güzel, daha özgür olacağına inanıyordu. Bu yönde dünyanın herhangi bir yerindeki gelişmelerden haber aldıkça yüreğine coşku doluyordu. 

Örneğin uçakların icadını, dünya barışı için heyecan verici büyük bir gelişme kabul ediyordu. Nihayet savaşların sonu gelecek diye seviniyordu. İnsanların karada yaşayıp o şekilde yolculuk yapması dikkate alınarak uydurulmuş ülke sınırları ve savaşa neden olan devletlerarası ilişkiler artık yok olacak, halklar arasında yaratılan düşmanlıklar aşılacak, dünyaya barış gelecekti. 

*** 

Nazım Hikmet de bazen iyimser duygularla yaşıyordu. “Motorları maviliklere süreceğiz,” dediği Nikbinlik adlı şiirinden sonra, başlığı eş anlamlı olan İyimserlik şiirini de yazmıştı: 

Şiirler yazarım 

basılmaz 

basılacaklar ama 

Bir mektup beklerim müjdeli 

belki de öldüğüm gün gelir 

mutlaka gelir ama 

Ne devlet ne para 

insanın emrinde dünya 

belki yüz yıl sonra 

olsun 

mutlaka bu böyle olacak ama 

Yine de Nazım’ı niteleyen asıl kavram, “iyimser”den çok, “umut” idi. Hatta ona “umudun şairi” diyebiliriz.  

Umut, yaşadığımız dönemi ve koşulları gerçekte olduğundan daha güzelmiş gibi göstermekle yaratılamaz. Ne “bardağın dolu tarafına bakmak” gibi bir tavırdır umuttan söz etmek ne de gidişatın olumlu yönlerini anlatmakla. Aksine, tehlikelere ve en kötü olasılıklara dikkat çekerek, insanın harekete geçmesine, mücadele etmesine çağrı yaparak yaratılır umut. 

Bazı durumlardaki umutsuzluğu anlatabilir elbette umutlu bir sanatçı. Çözümün, verilen seçenekler arasında yer almadığını gösterebilir. Acı ve karanlık gerçeklere dikkat çekebilir. Hele gidişatın kötü olduğu, felaketin yaklaştığı gibi konularda uyarılar yapabilir. Hatta böyle yapmalıdır. Sanatçıya bunları yapacak gücü umut duygusu verir. Böyle çalışmalar, her sorunun içinde bir çözüm de bulunduğu bilinciyle üretilir. 

İnsana, insanın bilincine, vicdanına güvendiği için, önlenebileceğine inandığı çok kötü olasılıklara da dikkat çeker sanatçı.  

Bu nedenle sanatçıların mesleğine “umut” diyoruz biz. Yıllar önce bestelediğim Ülkü Tamer’in dizelerindeki gibi: “Mesleğimiz Umut Bizim.” 

*** 

Zweig’ın heyecanla takip ettiği havacılıktaki gelişmeler, bir süre sonra büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Yeni bombalar geliştiriliyor, o uçaklar kentleri yıkıyor, yeryüzüne ölüm saçıyordu. Hitler’in iktidara gelişiyle hayalleri iyice sarsılan Zweig, hızla yükselen Nazileşme sonucunda memleketinden ayrılmak zorunda kaldı.  

Dünyada çok sevilen ünlü bir yazardı ama anadilinin konuşulduğu coğrafya adım adım Nazi egemenliğine geçiyordu. “Artık Alman dilinde yazamayacağız,” diyordu bir yazar dostuna gönderdiği mektupta, “çünkü basmayacaklar.”  

Hitler Viyana’yı işgal edince Zweig’ın anavatanı Avusturya dünya haritasında kayboldu. Artık bir haymatlostu. Tüm dünyanın, en azından bütün Avrupa’nın vatanı haline gelmesini beklerken, vatansız kaldı. Avrupa kültürünün saplandığı bataklığı görmeye dayanamıyordu. Eşi Charlotte Altmann’la birlikte, hayatlarını kendi kararlarıyla sonlandırdılar. 

Ömrünün büyük kısmını iyimser biçimde yaşayan Zweig’ın eserleri, onlarcaıyıldır dünyanın her yerinde ilgiyle, saygıyla okunuyor. Özellikle Freud’la olan dostluğu ve psikanalize duyduğu ilgi sayesinde edebiyata katkıları biliniyor. Yapıtlarındaki kişilerin özelliklerini ve davranışlarını derinlemesine ele alması, birçok evrensel gerçeği canlandırıyor. İnsanlığın kadim konularını, çeşitli insanlık hallerini, kişisel dünyalardaki fırtınaları büyük bir ustalıkla kaleme almıştı. 

*** 

Zweig’ın insanlığın gidişatından dolayı yaşadığı hayal kırıklığıyla intihar ettiği dönemde, mesleği umut olan bir edebiyatçı olarak Nazım da dünyanın felakete sürüklendiğini düşünüyordu. Kişisel açıdan da benzer acılarla, öylesine büyük hayal kırıklıklarıyla boğuşurken, insanları mücadeleye çağırıyordu: 

*** 

yaşamakta ayak direyeceksin.  

Belki bahtiyarlık değildir artık,  

boynunun borcudur fakat,  

düşmana inat  

bir gün fazla yaşamak. 

Sonuçta, “iyimserlik” dediğimiz, bir kişilik özelliğinden öte bir şey değildi. Hatta çoğu zaman bir ruh halinden ibaretti. Mücadele sorumluluğunu içermiyordu. Bazı durumlarda ise, pasifliğe gerekçe olabiliyordu. Nasılsa her şey iyiye gidecekse, sorunları çok da dert etmeye gerek yoktur, değil mi? 

Nazım, bazen iyimser bazen de karamsar, ama her zaman umutlu bir sanatçıydı. Zweig ise, kişiliğindeki capcanlı iyimserliğe onca yeteneği ve birikimi eklemiş büyük bir edebiyatçıydı, ama umut niteliği bu yönlerinin gerisinde kalıyordu. 

Kişilerdeki umut niteliğinin iyimserlikten farkı, bir durumun iyi gelişeceğini beklemenin ötesinde, iyi gelişmesi için mücadele etmeyi gerektirmesi. Bir kişi, sonucun mutlaka iyi olacağına inandığı için değil, uğruna mücadele ettiği değerlere bağlılığından dolayı umutlu oluyor. Aslında bunun için, sonucun iyi olacağına ille de inanmak gerekmiyor. Bazen, kazanan tarafta yer almasa da haklı tarafta bulunmak tercihiyle hareket edebiliyor. 

Bunları düşünmek, elbette Stefan Zweig gibi büyük bir ustanın değerini azaltmayacaktır. Ama onun sözlerinin üstüne bir de Nazım Ustamızın “umutsuz yaşanmıyor” sözünü eklememizi sağlayacaktır. 

Aynı şekilde, yılbaşı da umutsuz kutlanamıyor. Ve dostların yeni yılını kutlamadan da yaşatılamıyor umut. Nazım Usta ulu sele merhaba! 2024’e merhaba!