Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşımdan mesaj geldi. Yapı Kredi Yayınları’ndan birkaç kitap aldığını ama eve gelir gelmez hevesinin kaçtığını söylüyordu. Meğer kitapları koydukları poşetin üzerindeki resimlere gözü ilişmiş. Portresini koydukları on iki yazardan sadece birinin kadın olmasına çok şaşırdığını yazıyordu. Başka kadın yazar yok mu diye soruyor ve kadınların edebiyatta adil bir şekilde temsil edilmiyor […]

Kadınlar zamanı

Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşımdan mesaj geldi. Yapı Kredi Yayınları’ndan birkaç kitap aldığını ama eve gelir gelmez hevesinin kaçtığını söylüyordu. Meğer kitapları koydukları poşetin üzerindeki resimlere gözü ilişmiş. Portresini koydukları on iki yazardan sadece birinin kadın olmasına çok şaşırdığını yazıyordu. Başka kadın yazar yok mu diye soruyor ve kadınların edebiyatta adil bir şekilde temsil edilmiyor olmasından ne kadar rahatsızlık duyduğunu anlatıyordu.
Arkadaşımın itirazını çok iyi anlıyorum. Kadınlar, YKY poşetinden bize

ırgın bir şekilde bakan Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da uzun uzun anlattığı engelleri aşıp yazmayı başarsalar bile, edebiyat sahnesinde becerileri ve yetenekleriyle eşit ölçüde temsil edilmiyor. Birçok kadın, “kadın edebiyatı” diye tasnif edilip bir köşeye sıkıştırılmaktan hiç dikkate alınmamaya kadar uzanan yıldırıcı koşullar içinde yazmaya devam ediyor.

Halbuki kadın yazarların dünya edebiyatındaki yeri her gün biraz daha büyüyor. Hatta bana kalırsa kadınların zamanı daha yeni başlıyor. Yeni yüzyılın kadın yazarları, oyun alanlarının sınırlarını özgürce çiziyor, canları neyi çekerse ona dair yazıyor ve romanın bütün türlerinde gönüllerince at koşturuyorlar. Onun için, son yirmi yılda iz bırakan kadın romancıların bazılarını burada birlikte hatırlayalım istedim.

Elena Ferrante ve Napoli Romanları

21. yüzyılda yazılan romanların çoğunda, uzatılmış bir çocuklukta kendilerine sığınak arayan erkek karakterlere karşılık, bütün olumsuz koşullara rağmen büyümeyi göze alan kadın kahramanlarla karşılaşıyoruz. Erkek yazarlar gecikmiş ya da tamamen kesintiye uğramış büyüme hikayeleri anlatırken, kadınlar birbirinden güzel oluşum romanları yazıyor. Eskiden yalnızca belli bir döneme ve coğrafyaya ait olduğu düşünülen ve neredeyse tümüyle erkek yazarların tekelinde olan bu roman türünün, günümüzde kadınların elinde bambaşka bir araca dönüştüğü ve toplumsal meselelere dokunan yeni anlatıların yolunu açtığı görülüyor.

Belli ki dünyanın da bu anlatılara ihtiyacı var. Yoksa, son on yılın en büyük edebiyat olayı sayılan ve her biri 500er sayfaya yakın dört ciltlik Napoli Romanları’nın (2012-2015) 40 ülkede 10 milyonun üzerinde okuyucuya ulaşmasını başka türlü açıklamak mümkün değil. İtalyan yazar Elena Ferrante bu hikayede, iki genç kadının Napoli’de fakir bir mahallede başlayan ve uzun yıllar süren yoğun ve karmaşık ilişkisini anlatıyor. Bir yandan Lenu ile Lila’nın çocukluktan yetişkinliğe geçerken çektikleri sancıyı izlerken, bir yandan da romanın arka planında İtalya’nın nasıl değişip dönüştüğünü izliyoruz. Renklerin, duyguların ve hatta dilin bile sürekli farklılık gösterdiği bu romanda, oluşum hikayelerinin en önemli temalarından biriyle karşılaşıyoruz: Zaman. Ferrante, elli seneye yayılan bir zaman dilimi içinde, karakterlerini zamanın değişen ışığı altında farklı açılardan gösteriyor ve onların geçirdiği değişimi toplumsal bir dönüşümün hikayesiyle birleştirerek büyük bir ustalıkla anlatıyor.

Zadie Smith: Irk ve toplumsal cinsiyet

İtalya’da bunlar olurken, İngiltere’de bir başka kadın romancı 2000’li yıllara damgasını vuruyor. Jamaika asıllı genç yazar Zadie Smith’in ilk romanı İnci Gibi Dişler (2000) zaten heyecanla karşılanmış ve birçok dile çevrilerek yaygın bir şekilde okunmuştu. Ancak eleştirmenlerin ondan “İngiltere’nin en iyi yazarı” diye bahsetmeleri, Smith’in sondan bir önceki romanı Swing Time (2016) basıldıktan sonra oldu. Bu romanda, Ferrante gibi Smith de, “şehrin yanlış tarafında büyüyen” iki kızın tesadüfen başladıkları dans dersleri sayesinde tanışmalarını ve farklı kişilikleri nedeniyle birbirine benzemeyen yollar takip ederek hayatla baş etmeye çalışmalarını anlatıyor. Ferrante’nin romanı daha çok sınıfsal meseleler üzerinden açılırken, Smith bütün bunlara ırk ve toplumsal cinsiyet sorularını da ekliyor ve biri içedönük diğeri yırtıcı iki kadının kimi zaman yıkıcı özellikler taşıyan ilişkilerini hikaye ediyor.

Donna Tartt ve Suç Romanları

Polisiye çok geniş bir tür. Artık öyle silahlı-külahlı, az dayak yiyip çok viski içen (ya da tam tersi), kaba saba detektifler pek itibar görmüyor. Bunlardan ziyade, çoğu kadınların elinden çıkan ve kahramanları yine kadınlardan oluşan polisiyeler okunuyor. Gillian Flynn’in çok satan romanı Kayıp Kız (2012) gibi psikolojik gerilim hikayelerinden tutun da, Megan Abbott’un bir lisede geçen “neo-noir” romanı The Fever (2014)’a, İrlandalı polisiye yazarı Tana French’in Dublin Cinayet Masası serisinin ilki olan Ormanın Derinliklerinde Bir Şey Var (2008)’dan, Natsuo Kirino’nun Japon toplumunun hiyerarşik yapısını ortaya koyan suç hikayelerine kadar kadınların bu türün her alanına hakim olduğunu söyleyebiliriz.

Bu zenginlik içinde duygusal bir seçim yapıp türün kıyısında duran bir kitaptan, Donna Tartt’ın sondan bir önceki romanı Küçük Arkadaş’tan (2002) söz edeceğim. 1970lerde Mississippi’de bir kasabada geçen bu hikaye, on iki yaşındaki Harriet Cleve Dufresnes’in bütün bir aileyi etkisi altında tutan trajik bir cinayeti çözmeye çalışmasını anlatıyor. İlk bakışta gizemli bir suç romanı izlenimi veren olay örgüsü, sonunda Harriet’in dışarıdaki dünyaya adım atmasının ve saf kötülük ile tanışmasının hikayesi haline geliyor. Bu karmaşık anlatıyı kurgulamadaki becerisi, heyecan verici öyküleme tekniği ve Harriet başta olmak üzere bütün karakterlerini neredeyse dokunabileceğimiz kadar gerçek kılma yeteneği nedeniyle Tartt’a hayranlık duymamak mümkün değil. Ayrıca, çocukluğun aslında dehşet verici bir şey olduğunu ondan daha iyi anlayan ve anlatan biri yok. En azından şimdilik.

N.K. Jemisin ve Bilim kurgu

Bu alanda da çok büyük bir rekabet var ama göğsümüzü gererek söyleyebiliriz ki, kadınlar artık neredeyse başı çekiyor. Her yıl bilim kurgu ve fantastik roman dalında en iyi romana verilen Nebula Ödülü’nü, son on senede aralarında Ursula LeGuin ve Connie Willis’in de bulunduğu sekiz kadın yazar aldı. Kanadalı romancı Margaret Atwood’un 1985’te basılan distopyası Damızlık Kızın Öyküsü’nün yeniden keşfedilip televizyon dizisi haline getirilmesi ve Susan Collins’in genellikle “Gençlik Romanı” diye anılan Açlık Oyunları Üçlemesi’nin (2008-2010) film uyarlamalarının yapılması, bu türün edebiyatla çok yakın ilgisi olmayanlar arasında bile tanınmasına sebep oldu.

Fakat bilim kurgu meraklıları açısından, en dikkat çekici seslerden biri şüphesiz Afrikalı-Amerikalı yazar N.K. Jemisin idi. Jemisin’in Kırık Diyar Üçlemesi (2015-2017) Sükunet adı verilen ve iyi günlerini çoktan geride bırakmış bir toprak parçasında geçiyor. Bir kıyamet-sonrası hikayesi olan Kırık Diyar’da, bilim kurgu sevenleri cezbedecek her şey var: Tehlike altında bir gezegen, yepyeni ve benzersiz bir kurgusal evren, fantastik yaratıklar ve diğerleri. Ancak üçlemenin vaat ettikleri bununla kalmıyor. Belirsiz bir gelecek, dağılan ve göç yoluna düşen aileler, yıkılan medeniyetler gibi temalarıyla, Jemisin içinde bulunduğumuz yüzyılın can yakıcı meselelerini de bir bir ele alıyor. Romanın merkezinde duran hikayenin bir anne-kız(lar) ilişkisi olduğunu ve bu durumun romanı kadın okuyucular için iyice ilginç kıldığını da ekleyelim. Jemisin, Kırık Diyar ile Hugo Ödülü’nü üç yıl üst üste aldı. Serinin 2017 tarihli son kitabı “The Stone Sky” ise, 2018 yılında bilim kurgu edebiyatının en önemli üç ödülü olan Locus, Nebula ve Hugo ödüllerinin üçünü birden alarak görülmemiş bir başarı elde etti.

Valeria Luiselli ve Yeni Büyülü Gerçekçilik

Kendine dair düşünen bir roman yazmak ve kurgu ile gerçek arasındaki ilişkiyi zorlamak, yeni romancılar arasında en özgün seslerden biri olan Meksikalı romancı Valeria Luiselli’nin becerilerinden yalnızca biri. Kalabalıkta Yüzler (2013) adlı romanın kahramanı ve anlatıcısı “çocuklar uyanmasın diye sessizce yazdığını” söyleyen bir anne. Bir çocuğu uykuda, diğeri ise henüz doğmamış, hala karnında. Romanın ilk bölümünde gençliğinde Harlem’de çevirmen olarak çalışırken keşfettiği Gilberto Owen adında bir şairden söz ediyor. Hikaye açıldıkça, şairin hayatı baskın çıkıyor, sesi yazıya karışıyor ve sonunda romanı ele geçiriyor. Hayaletlerle konuşurken yavaş yavaş bir hayalet haline gelen kahramanın, kurgunun gücüne teslim olduğu, çok katmanlı, çok sesli bir roman bu. Ama en çok da “ben” ile “öteki” arasındaki sınırlara dair kafa yoran bir roman. “İnsanların genel olarak anlamadıkları şu: Kişinin bir hayatı geride bırakmasının nedeni başka bir hayata başlamasıdır,” diyor Luiselli’nin kadın kahramanı ve anlatıcısı.

Tarihi roman ve Sarah Waters

Tarihi roman denince, Rus yazar Elena Chizova’nın, Sovyetler Birliği döneminde toplu konutta yaşayan ve üç yaşlı kadınla odasını paylaşmak zorunda kalan bir fabrika işçisinin hikayesini anlattığı Kadınlar Zamanı (2012); aslında bilim kurgu romanlarıyla tanınan Mary Doria Russell’ın, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın Fransa sınırındaki bir köyündeki bir grup Yahudi sığınmacının yolculuğunu insanca bir incelikle aktardığı A Thread of Grace (2005) geliyor akla. Daha birçokları da var elbette, ama illa ki birini seçmemiz gerekiyorsa herhalde Galler’in son zamanda çıkardığı en iyi yazarlardan biri olan Sarah Waters’ın romanlarını anmalıyız. Kraliçe Viktoria dönemi Londra’sında geçen Ustaparmak (2002) akıl almaz bir entrika üzerine kurulu olmasının yanı sıra, feminist ve LGBT temalar taşıdığı için şimdiden bu türün klasikleri arasına girdi. İlk bakışta Gotik roman izlenimi uyandırmasına rağmen, aslında küçük bir taşra doktorunun sınıf atlama özlemini konu alan Küçük Yabancı (2009) ise, II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal dönüşümü anlatan romanlar arasında kendine çok sağlam bir yer edindi.

Sonuç olarak, kadınlar, bütün alanlarda olduğu gibi, edebiyatta da varlıklarını her gün biraz daha güçlü bir şekilde hissettiriyorlar. Üstelik “kadın edebiyatı” adı altında kendilerine tahsis edilen alana sıkışmadan yapıyorlar bunu. Bambaşka dünyalar da kursalar, bir küçük taşra öyküsü de yazsalar, unutulmaz hikayeler anlatmayı başarıyorlar. Yayınevlerinin ve eleştirmenlerin de bunun farkına varacağını umalım.

Not: Türkçe edebiyatın yeni seslerini unutmuş değilim. Onları da başka bir yazıya saklıyorum.