Zamanı kıvırın, başlangıç ile son kafiyeli hale gelecek, hayatınız düzene girecektir. Sabah evden çıkıp akşam eve döndüğünüzde, günün belli vakitlerinde belli faaliyetleri gerçekleştirdiğinizde hayatınızın şiiri kafiyelidir. Kafiyeler, ritüeller ve alışkanlıklardır; hayatlar, tekrarlarla kafiyelendirilir. Kafiyeli hayat dengededir. Hayat alışkanlıkların etrafında dönen bir tekerlek. Fakat bir şeyler olur, hayat artık eski alışkanlıkların etrafında dönmeyi bırakıp alıp başını gider, kafiye bozulmuştur. Denge ve uyumun bozulması, kişisel bir sağlık sorunu olarak yaşanabileceği gibi, toplumsal makinenin işleyişini bozan bir felaket durumunda da deneyimlenebilir. Doğal ya da toplumsal felaket anlarında alışkanlıklar artık bir işe yaramaz, eski alışkanlıklar hayatta kalmanın önündeki engellerdir. Fakat hâlâ eski alışkanlıklarını sürdürenler vardır, bunlar aşırı yerleşiklerdir. Gelenek ve göreneklere, ritüel ve alışkanlıklara öylesine çivilenmişlerdir ki hayatta kalma koşulları değiştiği halde eski alışkanlıklarından asla vaz geçmez ve eski kafiyelerle hayatın şiirini yazmaya sürdürürler. Biri “leb” der demez, ardından “leblebi” gelmesini bekleyeceklerdir, fakat gelmez. Hayat her seferinde birbirini izleyen peş peşe felaketler olarak yaşanır. Alışkanlıklarına asılı kaldıkları müddetçe hayat hayatiliğini yitirir, felaketler silsilesi haline gelir. Hayatı deneyimleyemek yerine alışkanlıklara sığınmışlardır. Şiirleri bu yüzden hüzünlüdür. “Bunlar çocukluğumuzun çizgi film kahramanlarına benzerler; yaptığının farkına varmadığı müddetçe boşlukta yürüyebilen, farkına vardığında (yani durumu deneyimlediğinde) ise çaresizce yere düşen o tipler gibidirler” (Agamben). Yaşadıkları, modern trajedidir. 

∗∗∗

Zamanın çivisi çoktan çıktığı halde alışkanlıklarına çivilenmiş yerleşiklerin yaşadığı modern tragedya antik tragedyadan farklıdır. Antik tragedyanın zamanı çevrimseldir ve gezegenlerin döngüsel hareketine bağlı olarak dünyayı sınırlandırmakta ve bir çemberin içine kapatmaktadır. Yeryüzündeki eylemler çevrimsel bir karaktere sahiptir, gündelik faaliyetlerini gezegenlerin hareketi belirler. Yunan tragedyası, çevrimsel zamanın ihlal edilmesi, sınırın çiğnenmesi, ölçünün yitirilmesidir. Ve hemen ardından onarım süreci başlar. Mesela bir kral öldürülür; çok geçmeden biri çıkar, kralın intikamını alır; adalet yerine getirilmiş ve kozmos yeniden tesis edilmiştir. Kopuk uçlar yeniden birbirine bağlandığında devran, her zamanki gibi ritüeller ve alışkanlıkların etrafında deveran etmeyi sürdürecektir. Kozmik düzen ile toplumsal düzen çakışır. Gelgelelim modern zamanlarda bu uyum bozulmuştur. Bozulan çember artık onarılmaz. Düz bir çizgi haline gelen zaman her yöne doğru akıp gitmektedir.

Holderlin’e göre modern tragedya Sofokles’in Kral Oedipus’uyla başlamıştır. Artık Oedipus’ta zaman kendi üzerine kıvrılmaz, başlangıç ile son kafiyeli değildir. Düz bir çizgi halinde akıp giden sadece zaman değildir, Oedipus da bu çizgi üzerinde yolculuğa çıkacak ve serseri bir hayat sürecektir. Artık çemberin tamiratı söz konusu değildir (Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders, Öteki). Birey çemberin içine kapatılmaz, bir kaçış çizgisi olarak hayatına devam edecektir. Modern zamanlarda zamanın çivisi çıktığı, kıvrımı açıldığı halde kısır döngülerde asılı kalanlar, hayatla birlikte kaçmak yerine alışkanlıklarına sığınanlar, boşluğa kurulmuş sarkaçlarda salınanlardır. Modern trajediyi yaşayanlar, çizgisel hale gelen zamanda yolculuğa çıkanlar değil, aksine alışkanlıklarında asılı kalanlardır. Sarkacın karşıt uçları arasında savrulup dururlar. Zira karşıt kutuplar kafiyelidir. Sarkaç, her zaman “ya bizdensin ya da onlardan” prensibiyle işlemektedir. “Biz” ve “onlar” değişebilir ama karşıt kutuplar arasında salınmak daimdir. Sarkaç şimdi “ya İsrail’den yanasın ya da Hamas’tan” prensibiyle işliyor. Kafiyesiz zamanlarda iktidarlar tebaaları için her yere sarkaçlar kuruyor.

Sarkaçlarda sallandıkları müddetçe hayatları iktidarlar tarafından biçimlendirilecek. Yeryüzüne düşmüş olsalardı, hayatı deneyimleyecek, varoluşu duyumsamayacak ve sarkaçların karşıt kutupları arasında telef olmak yerine yeryüzünün kuvvetleriyle birlikte kendi hayatlarını biçimlendirebileceklerdi. Düşe kalka büyüdüklerini çoktan unuttular. Düşmek, hayata katılmak ve yaşadığını duyumsamaktır.