Farklı kişiliklere sahip iki arkadaşın 1 haftalık yolculuğunun öyküsünü anlatıyor "Sideways". Yolculuğun nedeni televizyon ve reklam filmleri oyuncusu Jack'in (Thomas Haden Church) evlenecek oluşu.

Farklı kişiliklere sahip iki arkadaşın 1 haftalık yolculuğunun öyküsünü anlatıyor "Sideways". Yolculuğun nedeni televizyon ve reklam filmleri oyuncusu Jack'in (Thomas Haden Church) evlenecek oluşu. Bekarlığa veda etmeden önce Jack mümkün olduğunca çok seks yapmak isterken, lise öğretmeni ve başarısız yazar Miles'ın (Paul Giamatti) derdi St. Inez Vadisi'nin güzel şaraplarından tatmak ve golf oynamaktır. Jack ve Miles çok farklı kişiliklerdir ve hayatlarının geç bir evresinde tanışmış olsalar arkadaş olmaları mümkün değildir. Ama dostlukları öğrencilik yıllarına dayandığı için elitist ve entelektüel Miles'la, zengin bir aileye içgüveysi gitmeye hazırlanan ve zevklerinde hiç de seçici olmayan Jack bütün farklılıklarına rağmen ilişkilerini sürdürebilmektedir. Tabii bu farklılıklar birçok komik durumun da kaynağını oluşturur. Miles sadece yazarlıkta başarısız değildir, karısı tarafından da terkedilmiş ve bunun şokunu atlatamamıştır. Jack'in tabiriyle, Miles "karanlık taraf"a kaymak, kendine acıma krizlerine girmek için fırsat kollar. Jack ise kadınları yatağa atmak için ne gerekiyorsa onu yapar; yalan söyler ve onları eğlendirir. Jack, Miles'ı da davasına kazanmak için elinden geleni yapar ve iki arkadaş sonunda iki kadınla çıkmaya başlar. Miles, "bahşiş almak için çalışan" garson Maya'yı (Virginia Madsen) önceleri küçümser. Ama Maya'nın kendisi gibi bir şarap uzmanı olduğunu ve bir üniversitede master yaptığını öğrenince Miles'ın kadına bakışı değişir. Jack ise bir tür barmaid olan Stephanie'yi (Sandra Oh) yaşadıklarının gelip geçici olmadığına inandırmış, onu evlenme konusunda umutlandırmıştır. Aslında Jack yaşayabileceği e derin ilişkiyi yaşamaktadır ve görünen o ki müstakbel eşiyle çok daha uyumsuz bir çift oluşturacaklardır. Sonunda Jack'in yalanları ortaya çıkınca çiftlerin hayatı allak bullak olur.
Miles'ın yayınevlerince reddedilen kitabının adı "Dünden Sonraki Gün"dür. Maya bu ifadedeki abartıyı "yani bugün" diyerek açığa çıkarır. Filmin umutlu finalinde "bugün" Miles için artık daha çok "yarından önceki gün" olmuştur. Sevimli bir tutunamayan, Oğuz Atay'ın tabiriyle "disconnectus erectus" olan Miles bir anlamda film eleştirmenlerine de benzemektedir. En sevdiği uğraş şarap tatmak ve onlar hakkında yorumlar yapmaktır. Sanatçı olmayı ister ama başaramaz bir türlü. "Sideways" çok iyi oynanmış, tıkır tıkır işleyen iyi bir film. Ama çok da büyük beklentilere girerek izlenmemeli. Birçok yılın en iyileri listesinde ilk sırayı almasının arkasında keyifle izlenen bir film oluşunun yanı sıra baş kahramanının bir tür eleştirmen oluşunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yönetmen Alexander Payne hem daha önceki filmlerinde ("Citizen Ruth" ve "Election" gibi) hem de söyleşilerinde "Sideways"de görünenden daha politik bir kimlik sergiliyordu. Yönetmenin bu politik kimliği filmde kendini tek bir sahnede açığa vuruyor: "Gazap Üzümleri"nin kahramanı Tom Joad'ın "nerede bir polis bir adamı dövüyorsa, orada olacağım"lı tiradının televizyon ekranından duyulduğu sahnede. "Sideways" haftanın Oscar adayı üç filminin en alçak gönüllüsü ve de en iyisi.

Scorsese'nin Oscar açlığı
Martin Scorsese'nin zayıf filmlerinden biri "Göklerin Hakimi" ama belki de ona ilk Oscar ödülü getireni olacak. Film Howard Hughes'un (Leonardo DiCaprio) öyküsünü anlatıyor. Filmin açılış sahnesinde annesinin Hughes'u yıkadığını görüyoruz ama ilk izlenimimiz aynı yaşlardaki iki yeniyetme arasındaki erotik bir oyuna tanık olduğumuzdur. Bu ensesti andıran sahnede anne Hughes oğluna mikroplar hakkındaki doktrinlerini de zerk eder. Yeni Başlayanlar İçin Freud ya da benzeri bir kitaptan alınmış gibi görünen bu sahneyle Hughes'un nevrozları ve temizlik saplantısı açıklanır.
Howard Hughes daha 18'indeyken babasının milyonlarını miras olarak devralır. Ve bu parayı çılgınca harcar: bazen kadınlara, bazen filmlere, bazen başka şirketleri satın almaya ya da fantastik projeler geliştirmeye. Ama kendisini bir mirasyedi gibi görmediği gibi, Katharine Hepburn (Cate Blanchett) ve ailesini aylak zenginler olmakla suçlar. Scorsese de bu "entelektüel züppeler" karşısında tavrını Hughes'dan yana koyar açıkca ve çok da anlaşılmaz bir biçimde. Ama filmin kahramanı Hughes olduğuna göre belki de bunu doğal karşılamak lazım. Nitekim filmin ilerleyen bölümlerinde Howard Hughes TWA adlı havayolu şirketinin sahibi olarak, Pan-Am havayolu şirketinin sahibi Juan Trippe'yle (Alec Baldwin) karşılaştığında da aynı taraflılığı filmde görürüz. Kötü adam bu kez Trippe'dir ve bize yine iki şirketin rekabetinde niye böyle taraf olmamız gerektiğini anlamaya çalışmak düşer. Daha sofistike karakterler ve ilişkiler yaratabilecek bir yönetmenken Scorsese'nin bu kolaycı yolları seçmesi belki Oscar açlığıyla açıklanabilir.
Hughes son ve en büyük zaferini Trippe'in senatodaki adamı Owen Brewster (Alan Alda) karşısında kazanır. Brewster çürük bir politikacıdır ama Hughes'a yönelttiği savaştan çıkar sağlama suçlaması pek de temelsiz değilmiş gibi gözükmektedir. Çünkü Hughes'ın savunması, kendi şirketinin başka şirketlerden farklı davranmadığı halde tek başına suçlandığı yönündedir. Herkes gibi onun da halkın parasını çarçur etme hakkı olmalıdır. Gözyaşları içinde Hughes'un saçma sapan dev uçak projesi Hercules'in havalanmayı başarmasını seyrederiz. Boğazımıza bir şeyler düğümlenir; pek akıllı değildi belki ama iyi adamdı şu Hughes abimiz diye sinemadan çıkarız. Tanrı Amerikan ruhunu korusun ve Scorsese'yi Oscar'sız bırakmasın.