1990’lar aydın sınıfının tasfiyesinin gelmekte olduğuna işaret eden Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok cinayetleriyle açıldı; Uğur Mumcu ile devam etti; Ahmet Taner Kışlalı ile kapandı.

Karşıdevrim süreci üzerine kısa notlar

Seda Ünsar - Akademisyen, Yazar

Diyebiliriz ki karşıdevrimin ilk adımı Köy Enstitülerinin kapatılmasıydı. Böylelikle devrim, Batı’da en az dört yüzyıla yayılmış büyük süreçler, sağ ve sol çağdaşlarının, Arnold Toynbee gibi Oryantalistlerin dahi hayranlığını kazanacak şekilde, on beş senede hayata geçirildikten hemen sonra, toplumsallaşması engellenecek şekilde halktan koparılırken; ülke Amerikan emperyalizmine yarı-bağımlı hale getirilmiştir. Geniş halk kitleleri devrimin “en büyük savaşımız” diyerek hedef gösterdiği cehalet ve bağnazlığa terk edilirken ve ulusal üretim baltalanırken, toplumun ilerici kesimleri üzerinde sistematik baskı kurulmaya başlanmıştır.  

Amerikan isteğiyle Kontrgerilla kurulmuş, Kore’de Amerika’nın kirli işi Mehmetçiğe yaptırılmış, 5-7 Eylül düzenlenmiş, grevli-toplu sözleşmeli sendikal haklar, basın ve yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, mecliste tahkikat komisyonları kurularak mahkeme yetkisi verilmiş; kısacası, genç cumhuriyet ve demokrasi kıskaç altına alınmıştır.  

Soğuk Savaş dinamiklerinin şekillendirdiği bu ortamda, sınıf yapıları bu duruma müdahale edecek kadar gelişmiş bir otonomi sahibi olmadığı için, idealist alt kadrolarca gerçekleştirilen 27 Mayıs İhtilali, kendi genelkurmay başkanını tutuklayıp 270 generali ordudan atarak, emniyet müdürlerini tutuklayıp siyasi suçluları serbest bırakarak, güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, üniversiteler, basın ve medya (o gün TRT) gibi kurumların özerkliğini sağlayarak ve Türkiye tarihinin en demokratik anayasasını, usule de uygun biçimde hukukçularla yaparak, demokrasinin tanımı gereği olması gereken kurumsal yapıyı kurmuştur. Bunu yaparken de halk muhalefetinin geniş bir bölümünü, Soğuk Savaş dünyasının en önemli aktörlerinden olan öğrenci gençlik hareketini ve aydınları yanına almıştır. Bu anlamda, ihtilallerin ve devrimci mücadelenin meşhur olduğu Soğuk Savaş döneminin bir parçası olarak, Salazar’a karşı 1974 Karanfil (ya da Nisan) Devrimi ile Şili’de Pinochet’ye karşı mücadele eden güçlerin safıyla karşılaştırılabilir. Böylelikle karşıdevrimin Köy Enstitülerini kapatarak başlayan ve derinleşen ilk adımı engellenmeye çalışılmıştır.  

Sonrasında ise, Soğuk Savaş döneminin kendine özgü koşulları içinde, aydınlar, ordu ve üniversite gençlik hareketi içinde, Türkiye’nin sorunlarının siyasi parti sistemi içinde çözülemeyeceğini ve ulusçu-devrimci, parlemento dışı mücadele ve askerî müdahaleyle sosyalist devrimin gerçekleşmesi gerektiğini düşünen bir kesim oluşmuştur. Bu hareket, cumhuriyet devrimine bağlı olmakla beraber, yine Soğuk Savaş döneminin kendine özgü koşullarına göre bir politik-ideolojik atılımla cumhuriyeti sosyalist çağa uyarlama çabası içindeydi. Ulusçu-devrimci fikirleri Latin Amerika’nın Dependencia (Bağımlılık) teorisyenleriyle karşılaştırılabilecek olan hareket, 12 Mart Muhtırası ile bastırılmış ve öğrenci hareketi de tasfiye edilmiştir. Bu durum, cumhuriyet devrimini karşıdevrime karşı her fırsatta açıkça savunan (Deniz Gezmiş’in İstanbul Üniversitesi’ne Atatürk resmi asması, “Tam Bağımsız Türkiye Mustafa Kemal yürüyüşü”, Mahir Çayan’ın başkanlığını yaptığı SBF Fikir Kulübü’nün Atatürk heykeli önünde nöbeti gibi) ilerici toplumsal güçlere büyük bir darbe olduğundan, karşıdevrime de büyük bir güç kazandırmıştır. 

Soğuk Savaş’ın çok fraksiyonlu sol ideolojileri ile Amerikan destekli ırkçı, faşist, dinci sağ ideolojilerin ölümüne çarpıştığı 1970’ler, 12 Eylül darbesiyle son buldu. 12 Eylül sivil toplumu terörize eden, 1961 anayasasının getirdiği kurumsal özerkliği ortadan kaldıran, toplumun sadece yüzde 8’inin hayır dediği baskıcı bir anayasa, ultrastabil politik ortamda neoliberal politikalar, Atatürkçülük adı altında Türk-İslam sentezi ve apolitize bir gençlik üretirken, sözde komünizm tehlikesine karşı “kontrollü” İslamcılığa geçit verdi. 12 Eylül’den bir yıl önce Abdi İpekçi ve Cavit Orhan Tütengil katledilmişti. 1990’lar ise aydın sınıfının tasfiyesinin gelmekte olduğuna işaret eden Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok cinayetleriyle açıldı; Uğur Mumcu ile devam etti; Ahmet Taner Kışlalı ile kapandı. Laik rejime karşı şeriat çığlıklarıyla Madımak Katliamı bugünkü rejimin temellerini atan önemli bir dönüm noktası oldu. 2000’ler Ali Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu ve Hrant Dink cinayetleriyle sarsıldı. 

1980’ler ve 90’lar aynı zamanda Doğu Bloku’nun çöküşüyle sonlanan (ama aslında başka bir şekilde devam da eden) Soğuk Savaş, sınıf mücadelesi ve üniversite gençlik hareketinin pasifize edilmesi, neolibeal kapitalizmin genişlemesi ve derinleşmesi; 2000’ler postmodern, dijital kapitalizm çağı ile karakterizedir. Türkiye’de ise 2000’li yıllar “ılımlı” ve “demokrat” maskeli karşıdevrim güçlerinin, mevcut siyasi partilerin yolsuzluk çalkantıları ve bölünmüşlüğünde, olağanüstü biçimde bütünleşmiş yerli, yabancı güç odakları desteği ve rejimin laik demokratik özüyle sıkıntısı olmayan bir merkez-sağ parti olma iddiası ile, yüzde 34 oyla meclisin yüzde 66’sını alarak iktidar olmasıyla açıldı.  

Oryantalizmin Türkiye’ye biçtiği kimlik ve emperyalizmin Huntington tarafından dillendirilen “yeni Türkiye” projesi, ak adı altında “temiz” imasıyla ve “ılımlı”, “demokrat” maskesi ile bugünlerin geleceğini bir bir anlattıkları için tasfiye edilmiş olan aydınların hatırası çok taze olduğu halde, tabiri caizse Türkiye’ye bir deli gömleği gibi giydirildi. Bu deli gömleğini giydirenler, gerçek aydınların yokluğunda medyayı sararak kafaları bulandıran, Uğur Mumcu’nun unutulmaz ifadesiyle liboşlar, cumhuriyet devrimiyle kuyruk acısı olan kesimler ve sermaye sınıfıydı. AB’nin sözde AB süreci için tek alternatifmişcesine Müslüman-demokratlar diyerek ve Amerika’nın Irak, Suriye, İran ve Türkiye’yi hedef aldığı açık olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne eşbaşkan diyerek desteklediği bu “yeni” aktörlerle beraber, çok geçmeden, siyasi söyleme cemaat kavramı sokuldu. Cumhuriyet devrimiyle kanlı hesaplaşma Türk Ordusu üzerinde tahakküm kurduktan sonra yargı, anayasa, eğitim gibi ana kurumlar ele geçirildi ve sağlıktan üniversitelere kadar tüm kurumların tarikatlar arası paylaşımı başladı. Türk Ordusu’yla kozmik odayı bile Amerika’ya açan kanlı hesaplaşmanın bir diğer tarafı da 2000’lerde sindirilmiş olan PKK’ydı.  

Tüm bunlar olurken, cumhuriyetin kurmayı başardığı sivil toplum 2013’te cumhuriyet devrimi paydasında Gezi’de ayağa kalktı. Burada ayrıntısına giremesek de, “Ortadoğu’da Dönüşüm: Demokrasinin Çıkmazı” adlı makalemde neoliberalizme karşı halk ayaklanmalarının ekonomi politiğini anlatmıştım. Öte yandan, çok geçmeden Amerika’ya yarı-bağımlı olmaktan kurtulamayan ülkenin maruz kaldığı, karşıdevrim güçlerince bir yandan teatral, bir yandan iç hesaplaşma olarak görülebilecek bir darbe kalkışması, orduda cumhuriyet devriminin bunca sarsılmaya rağmen hâlâ güçlü olan kesimlerince engellendi. Fakat siyasette cumhuriyet devrimini savunabilecek güçte bir cephe olmadığı için, bu kalkışmadan beş gün sonra gerçekleşen ve karşıdevrimi kurumsallaştıran sivil ayağı engellenemedi. Böylelikle rejim değişikliği gerçekleşti. Dahası, cumhuriyet devrimini savunması gereken kurucu unsurlar da politik doğruculuk adına Yenikapı ruhu adı altında bu hukuk dışı zeminde gerçekleşen karşıdevrime yenik düştü. Bu esnada aynı karşıdevrim zihniyetinin ürünü olan Gülen tarikatıyla stratejik birliktelik sona ererken, ihtiyaç kalmayan Kürtçülükle de ters düşüldü.  

Üstelik tüm bunlar diploma sorunsalıyla başlayan, antidemokratik anayasa değişikliğinin demokratik bir durum olarak sunulabilmesiyle devam eden, yolsuzlukların ve hukuksuzlukların ayyuka çıkması, yine referandumla demokrasiyi tasfiye eden rejim değişikliğinin demokratik bir durum olarak meşrulaştırılabilmesi gibi durumlarla ve en son anayasaya aykırı adaylık gibi unsurlarla hukuk dışılığın normalleştiği bir politik platformda gerçekleşebildi.  

Hilafet çağrısının normalleşmesi, şeriat istemenin değil, istememenin suç sayılır hale gelmesi, yıllardır içki ruhsatı iptali, içki satış saatlerinin kısıtlanması, dizi ve program yasakları, konser ve festivallerin iptali, çocuk ve kadın haklarına sistematik saldırı biçimlerinde örtülü olarak işleyen ve karşısında kendisini durduracak güç bulmayan karşıdevrimin, Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ni tanımayışından da cesaret alan hukuk dışılığının son noktasıdır. 1961 Anayasası’nın Anayasa Mahkemesi, 1980 darbesiyle bile sorgulanmamıştır çünkü faşizan olmasına ve bir karşıdevrim aşaması olmasına rağmen, 1980 darbesi rejimin laik temelini değiştirmeyi hedefleyen, irtica tarafından gerçekleştirilmiş bir rejim değişikliği harekâtı değildir. Yargıtay darbesi ise zaten referandumla değiştirilmiş bulunan rejimi laik hukuktan tamamen kopararak şeriatla buluşturma adımıdır.  

Böyle giderse, de facto olarak gerçekleşmiş bulunan ve de jure olarak da kendini gerçekleştirme yolunda büyük adımlar atan karşıdevrim, son on yılda büyük hız kazanan belgesiz tarih yazımıyla, Şeyh Sait meselesindeki gibi devrimsel süreçlerin manipüle edilmesi, hukuksuz (anayasasız) bir devlette, tehlikeli bir politik doğruculuk ve kişiliksiz bir ortayolculukla iştigal eden bir muhalefetle meşruiyet dahi kazanabilir. Bu noktada soldaki boşluk çok ciddi bir boyuttadır ve bu boşluk sadece ülkücü geleneğin laik kesimi tarafından doldurulmaktadır. İlkokullara yerleştirilen imamlar, müfredatın tarikatlarca belirlenmesi, Menzil gibi Fethullah Gülen’den de radikal tarikatların orduya sızması, hatta bir zamanlar irticacıları ihraç eden bir ordudan irticanın Atatürkçü teğmenleri ihraç ettiği bir orduya geçiş, karşıdevrimin son adımlarıdır.  

Türkiye’nin bütün iyi eğitim veren liselerinin mezunlarının yüzde 95’i yurtdışına, gittiği yerde yurttaşlık alma amacıyla gitmektedir. Doktorluk gibi her toplumda hem kutsal bir anlama hem en saygın bir yere sahip olan bir meslek, bilhassa rencide edilmek üzere şiddete, disiplin cezalarına ve ek ödemelere, mesleği icra edecek imkân bırakmayacak şekilde maruz bırakıldığından, Türkiye, cumhuriyet devriminin en büyük başarılarından olan tıp doktorlarını büyük oranda kaybetmiştir ve boş kalan bölümlerden anlaşıldığı üzere bir zamanlar bir toplumun en büyük tercihlerden olan tıp Türkiye’de kaybetmeye devam etmektedir. Bu bile başlıbaşına tehlikenin büyüklüğüne işaret etmeye yeter. 

Gülşen meselesinde adeta bir “maksat komitesi” kesilen sözde muhalif kesimler Feyza Altun meselesinde de “küfür komitesi” kesilmiştir. Durumun ciddiyetini anlamaktan uzak, tam da karşıdevrimin işine gelecek şekilde konuyu saptıran, hafifleten, hatta kadın davranış ve söylemlerini yargılama hakkını kendinde gören politik doğrucu bir muhalefet ve cumhuriyet devrimine politik-ideolojik anlamda sahip çıkacak tarihsel bloğu oluşturma basiretine ve yurtseverliğe sahip olmayan siyasi güçlerle karşıdevrime karşı koyulamaz. Karşıdevrim artık anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen tüm maddeleri de dahil olmak üzere her şeyi de jure olarak da ilan edecek güce sahip olma yolunda hızla ilerlemektedir. Karşısındaki tek güç toplumsal ve siyasi reflekstir. Fakat muhalefet bu refleksi gereken sertlikte veremediği gibi, 100. Yıl kutlamalarında ve baştan gidilmemiş olması gereken Süper Kupa krizinde, daha önce Gezi’de olduğu gibi, tarafını defalarca kez gösteren halkı örgütleyememekte ve tarihsel bloğa dönüştürememektedir. Daha doğrusu, bunu yapmayı hedeflediğini işarete eden bir belirti yoktur.  

14-28 Mayıs seçimleri tüm baskıcı ortama rağmen, yurttaşlık verilen Arap ve mülteci/yerleşmeci oyları ile Avrupa’da yaşayan seçmenlerin oyları toplamına denk gelen, küçük bir farkla kaybedildi. Sandık ve veri güvenliği yeterince sağlanabildi mi ya da sağlanabilecek mi belli olmadığı gibi belki de tüm tablonun en ilginç yanı olarak muhalefetin hiç ilgilenmediği bir konu olarak önümüzde. Toprak ve yurttaşlık satışı, nüfusun dörtte birine yakın, cumhuriyet devriminin yarattığı kültürel kimliğe, laikliğe düşman sığınmacı değil yerleşmeci alınan, eğitimli kesimin ve gençlerin ülkeyi terk ettiği, ülke çocuklarının tarikat eğitiminden geçtiği bir gelecekte, laik kimlik gerçekten azınlığa düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Son olarak, bir kez daha bu tartışmalar için Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikâyeleri (İnkılap Kitabevi) kitabımı referans göstermek isterim.