Temmuz'da bir ilimizde Türkiye'nin, -"belasını" gibi yazıldığına bakmayın - 'demokrasi'sini aradığı bu günde, aracıyla adliyeye girmek isteyen bir kişiyi durduran polis,....

Temmuz'da bir ilimizde Türkiye'nin, -"belasını" gibi yazıldığına bakmayın - 'demokrasi'sini aradığı bu günde, aracıyla adliyeye girmek isteyen bir kişiyi durduran polis, sürücüyü tanımadığı için kimlik soruyor. Aracı durdurulan kişi ise, gazetenin ifadesiyle, "iddiaya göre" hem Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, hem de İl Seçim Kurulu Başkanı. Başkan, kimlik göstermeyi reddediyor. Haberden, hakimin, kimlik sorulmasına tepki gösterdiğini, ertesi gün de, İl Emniyet Müdürlüğü'nden yazıyla, o gün görev yapan polis memurlarını ifadeye çağırdığını öğreniyoruz. Hatta şöyle komik bir şey de oluyor. Polisler, hafta için hemen her gün adliye bahçesine gelip, ifade vermeyi bekliyorlar, akşam geri dönüyorlar. Devamından anlıyoruz ki, araya giren yetkililer sayesinde olay "tatlıya bağlanmış".

Polisin davranışının yasaya uygunluğunu tartışacak değilim. Ancak, kimlik sormayla ilgili, seçimlerden önce Polis Görev ve Yetki yasasında yapılan değişikliklerin, polis açısından ne tür bir "moral" etki yapacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Nitekim dünkü Radikal'de, polisin kimlik sorduğu -bu kez-avukatın, polisten dayak yediği haberi vardı. Kaldi ki her iki resim, yani polisin kimlik sorduğu hakimden maruz kaldığı ile avukatı maruz bıraktığı, Türkiye'de sadece yargının değil, bütün bir hayatımızın büyük resmidir.

Bu resmin altına ne yazardım acaba? Tartışmasız, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?". argının bize kim olduğunu göstermesi ve bu teşhirde hakimin rolü üzerine de durmak istemiyorum. Yargı, bizde "modern" devlete karşı değil, devlet için yapıldığından; hakimin, kendisini bu iktidarın yerine koyması, dahası altındakine dayatması, sıradan şeylerden. Kaldı ki kim olduğunu bize hatırlatmak kuyruğunda yargı, sanıldığı kadar önlerde de değil, hani.

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun" Bakmayın soru işaretine. Bu bir emirdir. Daha ilktınısıyla, karşısındakine hiyerarşiyle dikilir. Diklenme değildir, tam tersine diklenme hissettiği için dikiliverir. İtaat isteyen, itaatini tartışma konusu yapma "cüreti"ni gösterene, haddini, yani sınırını bildirmeye hazır bir tavır. İtaatimizi göstermedeki en küçük tereddüdümüz bile, haddimizin bildirilmesine yetecektir. Haddimizin bildirilmesinden ancak ve ancak kusursuz bir teslimiyetle kurtulabiliriz. Bu da zaten, haddimizi bildiğimizin işareti olacaktır.

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun", bize ayrıca, "kendini bilmez" biri olduğumuzu hatırlatır. Kim olduğunu, bizi her an bir sinek gibi ezebileceğini haykırarak gösterenler, aslında kendimizi bilmek adına atabileceğimiz en küçük adımın bile önünü keserler. Kendilerini bilenler, onlardır. Onlar kendilerini bildikleri için, bizim kendimizi bilmemizin imkanı da kalmamıştır. Akıllı olanlar da onlardır, biz değil.

Kendini bilmek, Eski Yunan'dan bu yana, hayata bakışın, hayatı algılayışın temel birkaç ilkesinden birisi oldu. Alkibiades'le Sokrat'ın diyaloglarında kişi, kendini bilmek için kendine dikkat etmek zorundadır. İroninin bu kadarına da pes! Bizim gibiler için kendini bilmek, ancak haddini bilmek kadardır. Demek, haddimi bilmem için, dikkatli olmam gerek. Bunun için mi bize olur olmaz, üstüne üstlük bir de "akıllı ol" diyorlar. Çocuklukta, okulda, askerde, okurken yazarken. Üstelik her fırsatta diyorlar. Elleri kelepçeli ifade vermeye götürülürken bile. Hiç boşumuz yok bizim.

Sokrat, kendine dikkat edenlerin, kendini bilenlerin, kendiyle ilgilenenlerin, aslında, kentle ilgilendiğini söyler. Kentiyle ilgilenmeyi, kentin sorunlarıyla ilgilenmek, en ucuna kadar götürüp söyleyelim, demokrasiyle ilgilenmek olarak okuyabiliriz. İnsan yine gülsün mü ağlasın mı bilemiyor. Bizi "kendini bilmez" bulanlar, "kentini" ne kadar bildiklerini bir kenara bırakın, bizi kentimizden uzak tutmak için, haddimizi bildiriyorlar.

Bu arada "haddi bildirilen"in polis olmasına, hele bir de ifade için adliye bahçesindeki med-cezir manzaralarına bakıp da "içi eriyen" birçok "sınıf" veya "asker" arkadaşımız vardır, mutlaka. Ben de az gülmedim, doğrusu. Rahatladım, biraz. Birisi bana, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diyene kadar. Sonra yine eskisi gibi oldum.