Mitingde MHP Genel Başkanı'nın güruha fırlattığı iple ilgili olarak oluşan ortak kanaat, bunun "hiç hoş olmadığı" yönündeydi. "Oğluna gemi alacak paran var ama 'terörist başı'nı asmak için ip alacak paran yok öyle mi" diye...

Mitingde MHP Genel Başkanı'nın güruha fırlattığı iple ilgili olarak oluşan ortak kanaat, bunun "hiç hoş olmadığı" yönündeydi. "Oğluna gemi alacak paran var ama 'terörist başı'nı asmak için ip alacak paran yok öyle mi" diye kalabalığa seslendikten sonra, aksesuar sorumlusundan istediği ipi, orta yere gelişigüzel atıverdi. "Gelişigüzel" derken, zaten kimse kendisinden, bir rodeocu mahareti beklemiyordu. "Hiç hoş olmayan" bu davranışının, Bahçeli'ye nasıl atfedildiğini bir türlü anlayamadığım, benim atfettiğimi de onların anlayamayacağı "devlet adamlığı" vasfına yakışmadığı da söylendi.

Mesajı, yani ipi alan Başbakan'ın cevabını biliyorsunuz: "Sen neden asmadın"? Sonuçta ağırlaştırılmış müebbet cezası alan bir hükümlünün asılması, parlamenter demokrasinin rantına talip iki siyasi arasında, hararetli polemiğe konu oldu.

İdam cezasının kaldırılmasının, seçim sürecinde oy malzemesi olarak kullanılacağı biliniyordu. Ne olacaktı sanıyorsunuz? Bir bankta öpüşenleri sille tokat dövmeyi marifet, dövüşenleri seyretmeyi de eğlencelik bulanların, bir idam bile izleyemeden bu dünyadan göçüp gidecek olmaları "çok acı bir şeydir" herhalde. O bakımdan, "sen assaydın ya tartışması"nın yüksek izlenme oranı yakalaması, anlaşılır bir şey. Seçim meydanlarındaki kürsülerin üstü, boşuna mı sennedenasma-dın'cı kaynıyor?

Çünkü biz faşizmiz. Görüntülerde vardı; ipi kapar kapmaz sevincinden topaç gibi dönen o adamı hatırladınız mı? Biz o adamız işte. Bizden yüz aldıkları için, önüne gelen savaş kışkırtıcılığı yapabiliyor. Arşivimiz olmadığı için, dün bizi soyanlar yine bizden borç isteyebiliyorlar. Onların yüzsüzlüğü mü, bizim bu bel-leksizliğimiz mi acıtıcı? Ya da kürsünün üzerindekilerin yüzsüzlüğü ile altındakilerin bel-leksizliği, gerçekten de uygun kavramlar mı?

70'yi yıllarda dünyayı, sosyalizmin penceresinden anlamaya çalışanların büyük çoğunluğu gibi, benim de "faşizm tahlili"m, "tekelci sermayenin en ırkçı en şoven en vesaire kesiminin eli kanlı diktatörlüğü"nden ibaretti.

Siyasetin malzemesi olarak her türden şiddeti bu kavramla tercüme etmiş olmamız üzerine çok şey söylendi, bir o kadar da yazıldı. "Eli kanlı" diktatörlük altında yok olmak tehdidi veya bizzat bu diktatörlük altında yaşıyor olmamız gibisinden tespitler, dikey ve yatay toplumsal hiyerarşi içi şiddeti açıklamak, şiddetin bir parçası olmayı anlayabilmek bakımından, bugün çok eksik kalıyor.

Adorno, enfes Muayene fragmanında, bir tepki biçiminden söz eder ve bunun, "herhangi bir siyasal eğitimden veya özel programdan bağımsız olarak", faşizme yöneldiğine işaret eder. Vurgu yaptığı tepki biçiminin ne olduğunu anlatabilmek için de, "gözetilecek çıkarları ve gerçekleştirilecek planları olan 'dünyevi kişi'yi" çıkarır orta yere. Adorno'ya göre, bu kişinin gözünde karşılaştığı insanlar, otomatik olarak dost veya düşmana dönüşmektedir. Her biri nihayetinde değil, başında birer nesneye dönüşmüştür, bu insanların.

'Dünyevi kişi', bu algı biçimiyle insanları hesaplı bir değerlendirmenin unsuru olarak ele almaktadır. Onun için en iyi insan, sonunda kötünün iyisi olandır; en kötüsüyse, en büyük kötülük değil. Adorno, bu tepki biçiminin, bizi herhangi bir siyasal eğitimden bağımsız olarak faşizme götürdüğünü, işte tam da bu noktada yapar. Dünyevi kişi, son olarak, nes-neleştirdiği insanla ya birlikte çalışacak, ya da onu tasfiye edecektir. Siyaset kavramını dost - düşman ikilemi üzerinden inşa eden Schmitt'e itirazını Adorno, bu fragmanda, "çocuğun davranış biçimlerine gerileme" me-taforuyla biçimlendirir. "Çocuk ya seviyordur çevresindekileri, ya da korkuyordur" der.

Bakın çevrenize, hepimiz çocukluğumuza döndük işte. Korktuklarımız ve sevdiklerimiz diye ikiye ayrılmış bir dünyada, üzerine korkunun gölgesi düşmüş hangi sevgi inandırıcı, dahası, sahici olabilir? Kabul edildiği 1921'den bu yana, ulusal marşına, al sancağının "bu şafaklarda bir gün sönebileceği" korkusuyla başlayan bir toplumda, hangi duygu bizi anlatıyor? Korkumuzu bastırmak için seviyoruz. Her birimizin birden fazla mezarlığı, ama geçerken ıslık çalacak kadar sağlam nefesimiz var. Neyse ki o var.

Özgürlük arayışı mı? O, yok! Adorno, Mu-ayene'yi, insanlığın özgürleşme macerasına yapılmış en önemli katkılardan biriyle bitirmişti : "Özgürlük akla kara arasında bir seçme yapmak değil, reçetesi önceden verilmiş böyle peşin seçişlerin en baştan reddedilmesi olacaktır".