Sercan Meriç

sercanmeric@birgun.net

Zafer Köse "Hayatta ne kadar konu varsa hepsi edebiyatta da var. Edebiyat bence hayatın yoğunlaştırılmış hali. Herhangi bir kahramanın hikâyesini anlatırken bunu o kişinin kişisel konusu kişisel macerası olmaktan çıkartıp hayata dair bir konuyla ilişkilendirip anlatmak gerekiyor" diyor.

Kültürün dönüştüğü bir dönemde yaşıyoruz

Yazar Zafer Köse, yıllar önce kaleme aldığı ilk romanı Sarsılmak’ı yeniden okurlarla buluşturdu. İnkilap Yayınları tarafından basılan Sarsılmak, Türkiye’nin geçirdiği kültürel ve jeolojik iki sarsıntıya odaklanıyor: 12 Eylül ve 1999 Depremi… Söz konusu iki sarsıntının ardından, Türkiye’de farklı sarsıntılar da yaşanmaya devam ediyor. Köse ile yıllar önce kaleme aldığı romanının ışığında bugünü ve edebiyatını konuştuk… 

12 Eylül Darbesi ve 1999 Depremi ekseninde yaşananları anlatan Sarsılmak’ı yıllar sonra yayına hazırlarken bugüne dair hangi benzerlikler dikkatinizi çekti? 

1999 depremini ben yaşadım. Yalova’daydım. Yaklaşık 7-8 sene sonra bu romanı yazmaya karar verdim.

Şunu fark ettim: Anlık davranışlar kişinin gerçek halini, gerçek niteliğini ortaya çıkartıyor. Çünkü insanlar rahat bir zamanda düşünüp taşınıp hareket ederken bir sürü farklı etken işin içine giriyor. Stratejik düşünebilir, kendini de kandırabilir insan. Ama düşünmeye zaman kalmadan anlık refleks gibi ortaya çıkan davranışlar insanların gerçek halini ortaya çıkartıyor. Deprem günlerindeki o olayları yıllarca aklımda taşıdım. Kadının kolunu kesip bileziği çalmak gibi olaylar… En kötüsü de sadaka kültürünün yansıması olarak dağıtılan yardımlardan kapış kapış yardım kapmaya çalışmak… Toplumlar için bu deprem günleri dediğimiz şey toplam beş aylık bir süre diyelim. Deprem, devrim gibi süreçler insanların tarihinde bir andır. İnsanın hayatındaki bir saniyelik karar gibi, tavır gibi ortaya çıkıyor. Ve orada bu toplumun gerçek hali, gerçek kimliği, gerçek nitelikleri görünüyor. Bunlar tabii ki yüzlerce, binlerce yıllık bir birikim, bir kültür sonucu oluşuyor ama ne kadar yakınsa örneğin 12 Eylül, 1999 Depremi’nden 20 sene önceydi. Bazı kritik günler ne yakınsa o kadar da çok yakın tarihe etki ediyor. Değişmeyen, güncel olan olumsuz durumlar olduğu kadar binlerce yıldır olumlu anlamda değişmeyen unsurlar da var. Kendi hayatını tehlikeye atıp başkalarının yardımına koşanlar var. İçten bir şekilde ve bilinçli, örgütlü bir şekilde hareket eden insanlar da var. 

Romanın başkahramanı Serhan’ın izdüşümü nedir toplumsal açıdan? 

Toplumsal boyutu dışında bir de bu romanda kültürel sarsıntılar da var. Sağıralinin Ahmet karakteri gibi… Kültürün sarsılarak dönüştüğü bir dönemde yaşıyoruz. 1990’larda başlayan bir dönemdi, devam da ediyor. Onun dışında jeolojik sarsıntı var. Toplumsal sarsıntılar, darbeler var. Devletin yönetimiyle ilgili dönüşümler… Tabii bunun roman olmasını sağlayan unsur Serhan’ın kişisel hayatında yaşadığı sarsıntılar. Roman, insanı inceleyen bir sanat. İnsan belli bir dönemde, belli bir coğrafyada yaşıyor, belli koşulda altında yaşıyor. Serhan ile ilgili bir sürü kişisel anekdot da var romanda. Ben deprem günlerindeki ortaya çıkan insan davranışlarına incelerken 12 Eylül’ün buna etkisini düşünmüştüm. Romandaki olaylar dönüşümlü ilerliyor. Serhan’ın 12 Eylül sürecini anlattığım bölümlerde konuya o kadar hâkim değildim. O günleri yaşamış olan Ayhan isimli bir tanıdığımdan yardım aldım. Onun anılarından faydalandım. 

Güzel cilalanmış, süslenmiş binaların nasıl yerle yeksan olduğunu 1999 depreminde görmüştük. Ne yazık ki 6 Şubat 2023’teki Maraş merkezli depremlerde de gördük. Siz de Sarsılmak romanında bu duruma vurgu yapıyorsunuz… 

Hayatta ne kadar konu varsa hepsi edebiyatta da var. Edebiyat bence hayatın yoğunlaştırılmış hali. Herhangi bir kahramanın hikâyesini anlatırken bunu o kişinin kişisel konusu kişisel macerası olmaktan çıkartıp hayata dair bir konuyla ilişkilendirip anlatmak gerekiyor. Örneğin, o bahsettiğim site gerçekten Yalova’da vardı. Çok lüks, pahalı bir siteydi. Komple yıkıldı. Güzellik de sınıfsal bir kavram aslında. O, pazarlama amacıyla güzelleştirilmiş. Ama temeli sağlam değil. Temelin niye sağlam olsun ki? Temeli sağlam yapınca daha fazlaya satmıyor. Bu, kâr amaçlı sistemin doğal sonucudur. İnsanları öldüren bu üretimin kâr amaçlı yürütülmesidir. Denetlenmiyor, kontrol edilemiyor... İnsanlar güvenli otursun diye yapılmıyor bu binalar. Bu kişisel bir sorun değil. Bu binaların daha sağlam olması için ortada bir denetim sistemi olması gerekir. Tek adam rejiminin karşıtı bir dünya görüşüyle kontrol edilebilir, denetlenebilir. Büyük acıları, toplumsal acıları ben örgütsüzlüğün bir cezası gibi görüyorum. Yanlış yaşıyorsak olumsuz sonucu da yaşıyoruz doğal olarak. Yanlışlarımızı tespit edip doğru yöne doğru ilerlememiz gerekiyor. 

Erciva Köyü’ndeki askerlerden kaçan devrimcileri anlattığınız bölüm de etkileyiciydi… 

O asker baskını bölümünü bana anlatılan bir gerçek olaydan esinlenerek yazdım. Bu bölümü gece uyanıp yazdım ve olayı sürekli düşünerek yazım serüvenimde şekillendirdim. Böyle bir olayda düşmanlık yaratmak yerine, askerle birlikteki çocuklarla kaçaklar arasında düşmanlık olmadığını vurgulamak istedim. Bizim kültürümüzde imalı iletişim kültürü vardır. O bölümü yazarken, insan duygularının ve özelliklerinin nasıl belirdiğini hissettirmek istedim. Özel bir teknik kullanmadım, sadece kendi duygularımla yazdım. 

Gelelim darbecilerin hapse attığı insanlara yaptığı işkencelere, zulümlere… 

Herkesin bildiği ama unutturulmaya da çalışılan olaylar bir yandan. İnsanlık onuru için direnenler var orada. Hatta oradaki kahramanlardan biri şöyle diyor: “İnsan, güzellik kaygısıyla yaşayan bir canlıdır.” Tektip kıyafete direnenlere kıyafet vermiyorlar. Orada çarşaflardan elbise yapan bir terzi var. O elbiseleri yaparken bile güzel bir şey olsun diye uğraşıyor. Güzel yaşamak için uğraşan insanların hikâyesi aslında… Hayatlarını feda etmişler.