Kulüp’ün ikinci sezonuna dair tüm bu eleştirilerim bazı keşkelerden ibaret. Yoksa biz Kulüp’ü çok sevdik.

Kulüp dizisi ile sarsılan dengeler
Fotoğraf: Netflix

Çelebi’nin "Bugün bu sofra kurulacak!" diye bağırdığı an, “Bu nasıl bir sofra?” ve “Bu neyin sofrası?” diye sorguladım. Kendimce bunu iyilerin sofrası olarak değerlendirirken, "Kimler bu sofrada yer alıyor?" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

RAŞEL VE SOFRA

Kulüp dizisinin bu ikinci sezonunda, Matilda’nın kızı Raşel karmaşık davranışlarıyla dikkat çekti. Raşel’in eylemleri ve onun bu davranışlarda bulunma sebepleri izleyici için her zaman ikna edici gelmedi. Raşel’in motivasyonları ve duygusal çatışmaları daha açık bir şekilde ele alınsaydı, onun bu kadar kötücül davranabilmesinin sebeplerini daha iyi idrak edebilirdik. Raşel’in “Beni de sevin” derken zaten en çok onun seviliyor olması. “Beni görmediler” dediği anda halihazırda zaten Matilda başta olmak üzere herkesin gözünde öncelikli olması bu kadar bariz iken, kendisini neden sofranın dışında bir dışlanmış olarak hissediyor olduğu biraz bulanık. Sofrada yeri olmadığına kendini ikna etmek için kötülükler yapıyor ise bu da tuhaf. Halbuki her şey, ona ulaşmaya çalışan annesi Matilda’nın sevgisiyle alakalı, her şey onunla ilgili. Bunu göremeyecek kadar gözünün kararmış olması neden? İsmet’e aşkından mı?

PEKİ YA İSMET KİM?

İsmet’in bu sezondaki dönüşümü beklenmedikti. İlk sezonda daha arka planda olan bir karakterken, bu sezonda merkezdeydi. İsmet’in bu ani dönüşümü bazen zorlayıcı geldi. Karakterin evriminin daha doğal ve anlaşılır olması için ek sahneler veya anlar olabilirdi. İsmet aslında Raşel’in babasızlığını kızı Rana’ya yaşatmak istememesinin bir dışavurumu. Ancak geçen 5 senede ne oldu da ilk sezon pek de önemsemediğimiz İsmet her sahnede varlık gösteren birincil karaktere dönüştü? Ait gibi durmadığı olaylara ve ilişkilere çözüm üreten kişi olarak konumlandı. Oyuncunun güzel görüntü vermesi, yönetmenin dezavantajına dönüşmüştü. Estetiğin öncelendiği, İsmet’in Yunanistan’da sirtaki yaparken açılan sahnesi yerine karakterin bambaşka bir açılışı olmalıydı. Onun seneler içerisinde neler hisseden ve düşünen bir insana dönüştüğünü anladığımız bir sahneye seyirci olarak ihtiyacımız vardı ki onu hızlıca ana figüre çekebilelim. İsmet karakterinin, ne diyalogları ne bakışları ne de enerjisi ile kim olduğu anlaşılıyordu. Barış Arduç’un oyunculuğu İsmet karakterini hep bir boşluk, sis içinde bıraktı. Özellikle en son bölümde sezonun en politik, en siyasi cümlesi ona emanet edilmişken. İsmet güçlü ama muamma bir karakter olarak kurgulanmış idiyse de bunun reçetesi daha katmanlı ve güçlü bir oyunculuk performansı olmalıydı.

İlk sezona göre Matilda ve Selim gibi çekirdek drama akslarının daha geriye düşmesinin sebebi İsmet karakterinin ani bir şekilde merkez figür haline gelmesiyle oldu. Bu sezonda Matilda’nın varlığı daha az hissedildi. İlk sezondaki etkileyici karaktere kıyasla, bu sezonda Matilda’nın hikâyesini daha derinlemesine görmek isterdik. Dizinin sonunda Matilda’nın İsmet’e duygularını Çelebi’den öğrenmek zorunda bırakılmamız bana kalırsa yanlış hesaplanmış bir tercihti. Kısacası Matilda hep olmalıydı. Bizim kapımızda, anahtar deliğimiz de, anahtarımız da o idi. Bunun bu denli altını çizmemin sebebi, alıştığımız Matilda karakterinin ağır ve derin dramının kesintiye uğratılması. Bunun haricinde, en az beş altı bölüm daha hikâyede olması şart olan Selim karakteri ile aşırı erken vedalaşmamızı da buna eklersek yeniliklerle gelen dengesizlik iyice ortaya çıkmaktaydı. Ve bu gözler görkemli bir cenaze sahnesi aramadı değil Selim için. Veya en azından Selim’in babasını görseydik Matilda’nın eşliğinde.

İYİLERİN SOFRASI

Kulüp, bu sezonda gece kulübünden daha fazlasını temsil ediyordu. Ancak, hikâyenin ve karakterlerin motivasyonları bunu desteklemekte bazen yetersiz kaldı. Kulüp’ün bir gece kulübünden, ortak ilgi ve amaçları olan insanların bir araya geldiği bir teşkilatlanmaya dönüşmesi ve Türkiye’nin siyasi dalgalanmalarında taraf seçmesi iyi bir tercih olsa da böylesi bir konumlandırma ile gönüllülük ve yardımlaşmanın verdiği ortak duygu seyirciye pek geçmiyordu. Hikâyenin ne kadarı gerçek ne kadarı kurmaca bilemeyiz. Ama kurmacasında çok fazla kötü karakter vardı, inandırıcı durmayan takıntılı düşmanlıklar, biraz fazla kolay işlenen cinayetler, öfke patlamalarının hemen ardından huşuya çıkan örüntülerle dizinin kendisi toksikleşmişti. Böyle olunca ilk sezonda hem övdüğümüz ama bir yandan da Beyoğlu’nun çamursuz ve çukursuz bir yer gibi gözükmesine kadar göz ardı ettiğimiz pek çok prodüksiyon detayı bu sefer bizlerin o dünyaya tam girememesine sebep oldu. Tüm bu sorunlar ilk sezonda, Matilda’nın gerçek hikâyesi, Gökçe Bahadır’ın bize bunu etkileyici olarak geçirmeyi başarması, tarihimizin bize yüklediği suçluluk duygusunun yarattığı duygusallığın ağır basmasıyla önemsenmemişti. Ve bu sebeplerle de toplumsal bir olay olarak Kulüp dizisi izlenmiş ve hakkında aylarca konuşulmuştu. Ve elbette beklenti çok yükselmişti. Hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem. Duygu yüklü tüm sahnelerde iç geçirdim ve hatta gözyaşlarımı tutamadım. Kulüp ikinci sezona dair tüm bu eleştirilerim bazı keşkelerden ibaret. Yoksa biz Kulüp’ü çok sevdik ve sofra nerede kurulursa kurulsun iyilerin yanında kadeh kaldırmaya geldik.