Geçenlerde Ergin Yıldızoğlu da durumumuzu “yavaş yavaş ısınan kazanın içindeki kurbağaya” benzetmiş; “Yaklaşık 15 yıldır su yavaş yavaş ısınıyor, biz de ısınmanın getirdiği rehavetin keyfini çıkarıyoruz.

Geçenlerde Ergin Yıldızoğlu da durumumuzu “yavaş yavaş ısınan kazanın içindeki kurbağaya” benzetmiş; “Yaklaşık 15 yıldır su yavaş yavaş ısınıyor, biz de ısınmanın getirdiği rehavetin keyfini çıkarıyoruz. … Bu sırada Siyasal İslam’ın ılımlı kanadını destekledik, demokratikleşme, vesayetten kurtulma fantezileriyle... Ancak radikalizmin nasıl beslendiğini, militanlarına yaşam alanı açıldığını, aydınlanma geleneğine saldıran, postmodernizmin arkasından reaksiyoner aşiretçiliğin (dinci fanatizmin, etnik ulusalcılığın) geleceğini söyleyenlere kulaklarımızı kapadık” diye yazmıştı.
Saptamalarını yabana atmak mümkün değil. Ancak, sorumluluğu kurbağaya yıkmak da doğru değil!
Kimileri hâlâ rehavetin keyfini çıkartmaktaysa da, dün “yetmez ama…” diyerek kazanın yavaş yavaş ısınmasına yol verenlerden bazıları su canlarını yakacak kadar ısınınca kazandan atladılar, malum. İnsanlık hali işte!
Kazandaki kurbağa hikâyesini bilmeyen yoktur. Kaynayan suya atıldığında zıplayıp kaçan kurbağa, güya soğuk suya konulup su yavaş yavaş ısıtıldığında akıbetini kestiremez, keyifle haşlanarak ölürmüş!
Bu kıssadan insanın çıkarması gereken hisseyi anlıyorum, ama kurbağa kısmı tamamen palavra. 1800’lerde yapılan bazı deneylerle bunun kanıtlandığı söyleniyor! Kurbağaya acımasam, bana da inanmayın siz deneyin diyeceğim. Ama hem yazık, hem de etik değil!
Zaten zamanımızın en önemli biyologları 1800’lerde yapılan o deneyleri hiç ciddiye almıyorlar. “Bir kurbağayı kaynayan suya atarsanız, dışarı atlamaz. Ölür. Kurbağayı soğuk suya atarsanız, su ısınmadan dışarı atlar, sizin için orada uslu uslu oturmaz” ya da “Çıkmasının bir yolu varsa, kurbağa kesinlikle çıkıp gidecektir” diyerek hikâyenin aslının astarının olmadığını, insanlığımıza kurbağayı alet etmemiz gerektiğini söylüyorlar.
Hayvanlar genellikle aynı etkiye maruz kaldıklarında aynı tepkiyi veriyorlar. Sivri bir bıçak ucuyla dürtüldüğünde misal, her kurbağa canhıraş sıçrar. İnsanoğlu öyle mi?
Yine misal; bir gazeteci miting meydanlarında “Haddini bil, edepsiz kadın” diye en ağır saldırıya uğradığında, affedersiniz başka bazı gazeteciler “ohhhh” tepkisi verebiliyorlar.
Ne kurbağa hikâyesinin aslı, ne de insanın kurbağaya benzer yanı var. İnsanoğlu, kimi yerde ve zamanda yavaş yavaş gelen diktatörlüklere ses çıkarmayıp kitlesel destek verir, kimi zaman da en kaynar suya atılmış gibi güm diye üzerine çöken faşizmlere uzun süre ses çıkarmaz. Ancak, en olmadık anda volkan gibi patlayıp en yenilmez görünenleri alaşağı eden de aynı insanoğludur!
Kurbağaların üç aşağı beş yukarı nerede ne yapacakları bellidir ve şaşmaz da, insanın işine akıl sır ermez pek.
Üzerine ölü toprağı serpilmiş, y kuşağı, apolitik falan denilenler işte, birkaç kişi çıkıp da birkaç ağaca sarıldıktan sonra, meydanlara akıverdiler birden…
Yarınki seçim, ısıtılan kazandaki kurbağa hikâyesine yeni bir destek mi olacak, bilmiyorum. Ama o hikâyenin bir şehir efsanesi olduğunu, insanın da kurbağa olmadığını biliyorum.
O yüzden ben, yarın, suyu yavaş yavaş ısıtmaktan çoktan vazgeçip ateşi her gün biraz daha körükleyene hayır demek için kendi sıçrayışımı yapacağım.
Sonuç ne olursa olsun, yarından sonra da sıçramaya, çırpınmaya devam! İlla kurbağaya benzeyeceksek, ben süt kabına düşen kurbağalardan ikincisine benzemeyi seçerim.
Bu hikâyeyi de bilirsiniz mutlaka; bazen iki fare bazen de iki kurbağa diye anlatılır. Süt kabına düşen iki kurbağadan biri bir süre çırpındıktan sonra, kurtulmaktan ümidi kesmiş ve pes etmiş. Boğulup gitmiş. İkincisi, durum ne kadar umutsuz görünse de mücadeleyi bırakmamış. Sürekli çırpınmış. O çırpınmayla süt üzerinde oluşan tereyağı adacığına çıkıp kurtulmuş sonunda.
Yarın ve daha sonra; seçeneklerimiz belli… Ya pes eden birinci kurbağa gibi olacağız ya da asla yılmadan mücadele eden ikinci kurbağa… Seçim bu işte!