Demokrasinin, onu yıkmaya çalışanların da hakkı olup olmadığı, ne yeni bir sorun, ne de bir çırpıda çözülecek gibi...

Demokrasinin, onu yıkmaya çalışanların da hakkı olup olmadığı, ne yeni bir sorun, ne de bir çırpıda çözülecek gibi görünüyor. Çözülecek gibi değil derken, yok etmeye kalkışanların da hakkı olduğu yönündeki eğilimin güç kazanmasının, o kadar kolay olmayacağını işaret ediyorum. Yoksa karşı kıyıdan baktığınızda, ortada çözüm bekleyen bir sorun görmüyorsunuz. Yok da zaten. Kendi bellediğimiz dosta karşı hepimiz demokratız. Siyasi tarihimizin ve reflekslerimizin bize -hatta çoğu kez kafamıza vura vura gösterdiği gibi; 'şükürler olsun', düşmanımızla, demokrasinin nimetlerini paylaşacak kadar "saf" değiliz.

Aslında, demokrasi sözcüğünün yerine "hak ve hukuk" kavramlarını çağrıştıran herhangi bir sözcük koyun, hiçbir şeyin değişmediğini görürsünüz. İnsan hakları mesela, "insan" olanların, kanun önünde eşitlik kanunlara uyanların, adalet buna layık olanların hakkıdır.

Bir şeyi istemek, bir hakkı bırakın kullanmayı talep etmek için, bir şeye layık olmakla terbiye edilmemizin, yurttaş olarak devletle kurduğumuz ilişkiden kaynaklanan birçok yanı var. Ama şimdi gelin, başımız her sıkıştığında "devlet" veya "iktidar" diye lafa başlamayalım. Eleştiri mesela, bir sorumluluktur ama, haktır da aynı zamanda. Bir kurulda aynı işi yaptığınız bir arkadaşınızı eleştirin bakalım. Eleştirdiğiniz hele bir de başkansa, birden, eleştirinin "iş yapanların hakkı" olduğunu öğreniverirsiniz. Halbuki iş yapmadığınız, size neden şimdi hatırlatıldı veya iş yapmayışı-nızın başka bir yaptırımı yok mu, türünden sorular, artık önemsizdir. Layık olmamak hafif kalır, bir anda neye olduğunu bilmediğiniz şeylere müstehak olursunuz.

Daha tehlikelisi, kamusal ilişki içinde tanımlanan bir hakkı istemenizin bedeli, kendini o hakkın (mülkün) sahibi olarak tarif eden kişi veya aygıta itaattir. Demokrasiye layık olmak, hitabetindeki erdem vurgusuyla birlikte, "Bana itaat et", demenin daha estetik biçimi olarak karşımıza çıkar. İşte tam da burada, hak ile, kendini hakkın sahibi, koruyucu kollayıcısı görenin birbirinden farklı kavramlar olduğunu ileri sürmek, yazıya başlarken başka bir anlam yüklesem de aynı sözcükle ifade edersem; saflık olacaktır. Hami, hakkın kendisiyle özdeşleşir, artık o, bekçiliğini yaptığı Hak'tır. En basitinden, seçme-seçilme hakkına layık olmanız, o hakkı iyiniyet kuralları içinde kullanmanızla ilgili bir tartışma düzeyinde kalması gerekirken, bundan böyle hakkın hamisine biat edip etmediğinizin ölçüsü olmuştur. Zaten bizim siyasi kültürümüz, değerlere liyakatin nadir, ama kişi ve kurumlara, aslında kurumlarda da, temsil gücünü elinde bulundurana layık olma çabalarının hüzünlü, komik ve aynı zamanda acı verici sayısız örnekleriyle doludur.

Bekçinin mülkiyeti koruma ve kollama görevinin dışında mahallenin namusunu da "vazife ve selahiyet" alanına alması, esasen bu özdeşleşmenin sonucudur.

Bugün bizim seyirci olduğumuz oyunun yazılı olmayan birçok kuralı, bu ve benzeri özdeşleştirme süreçlerinde gizlidir.

11 Eylül'den sonra, üzerine konuşan birçok akademisyenin ortak görüşüne göre, neo-con'ların önemli bir ilham kaynağı olan Cari Schmitt'e hak vermek istemezdim. 1923'te, "halk iradesi ile özdeşliğin" siyasi açıdan artık ilginç sayılamayacak kadar yaygınlaştığını ifade ettikten sonra, hiçbir siyasi gücün bu özdeşliği inkar edemeyeceğini, tam tersine bu özdeşliği nasıl pekiştireceğiyle ilgilendiğini ekler. Yönetenlerle yönetilenlerin, hükmedenlerle hükmedilenlerin özdeşliği, devlet otoritesinin öznesi ile nesnesi, hatta devlet ile oy veren halk arasındaki özdeşlik... Demokrasiyle diktatörlüğün bu kadar geçişken olması, Schmitt'in deyimiyle "birbirlerinin zıddı" olmadıkları da, önemli ölçüde bu özdeşlik ilişkileriyle beslenir.

İki ay sonra yapılacak seçim süreci boyunca, "seçim sandığı"nın halkın iradesiyle, halkın iradesinin, burada biraz problem olmakla beraber -yine ve yeniden- devletle özdeşleştirilmesi, artık bir kampanyaya dönüşecek gibi. Gereken cevabı halk verecek, halkın önüne çıkma cesareti olmayanlar, halk bize birleşme görevi verdi, gibi her yanından hamaset kokan bütün bu laflar arasında, kendisini bir yerin, bir şeyin ve tabii ki bir hakkın yerine koyanları bir kez daha yakından izleme fırsatımız olacak.

Halkın iradesinin yerine kendisini koyanları daha iyi anlamak için 367 için birbirlerine giren iktidar kliklerini hatırladınız mı?

Demek kusursuz cinayet, gerçekten yokmuş. 500'e yakın bir oyla, geçtiğimiz hafta bağımsız adaylarla ilgili bir yasa geçti Meclis'ten. Bu kadar oyu kim verdi ve niye verdi? Demokrasi oyununda bunlara "sobe" desek yüzleri kızarır mı?

Oyun demiştim ya! Foucault da bir şey diyor: "Oyun, ancak sonunda ne olacağını bilmediğimiz zaman oynamaya değer olur."