Peki Şimdi Nereye?
Lübnan’dan Vizontele Manzaraları

Nadine Labaki’nin adını Karamel (2008) adlı filmiyle tanımıştık. Lübnanlı yönetmen, bir arkadaşıyla birlikte yazdığı filmde başrollerden birini de üstlenmişti. On parmağında on marifet olan Labaki daha ilk filmiyle Cannes’da boy göstermiş ve çok da beğenilmişti (her açıdan beğenilmişti çünkü Labaki çok da çekici bir kadın). “Karamel” ki bu sözcük filmde aslında bildiğimiz ağda için kullanılıyor, Lübnanlı bir grup kadının aşklarını anlatıyordu. Kadınlar bir güzellik salonunda çalışıyor ya da buluşuyorlardı. Filmin, Lübnan deyince akla ilk gelen şey olan “savaş”la hiç alakası yoktu. Ortadoğu’da savaş dışında da bir hayat var! “Karamel” bunu göstermesi açısından da ferahlatıcıydı doğrusu.
 
“Peki Şimdi Nereye?” aynı hafifliği, tazeliği ve kadın bakış açısını dinsel fay hatlarına taşımak istemiş. Bu kez ne yazık ki Labaki o kadar başarılı değil. Film küçük bir köyde geçiyor. Köyün hangi ülkede olduğu belli değil. Zaten film daha ilk sahnesiyle gerçekçilikle çok da işi olmadığını ilan ediyor.  Bu ilk sahnede bir grup kadını bir tür ‘yas’ dansı yaparak yürürken görüyoruz. Sonra köy ahalisini tanıyoruz. Köyde iki dinin mensupları bir arada yaşıyor:  Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele”sini fazlasıyla andıran ilk sahnelerde köye televizyonun gelişini ve ilk gösterimleri izliyoruz. Fakat televizyonla birlikte, ülkedeki çatışmalardan da haberler gelmeye başlıyor. Kadınlar erkeklerin çatışma haberlerinden etkilenmemesi için televizyonun kablolarını gizlice koparıyorlar ve yayını engelliyorlar (akla yine Vizontele’de kötü haber getiren televizyonun gömülmesi geliyor).  Köyün erkekleri ise her an parlamaya hazırlar. Kiliseye ve camiye gelen her hasardan derhal diğer taraf sorumlu tutuluyor. Oysa ne köyün imamı ne de rahibi çatışmadan yana. İki din adamı da barış için ellerinden geleni yapıyorlar. Kadınlar zaten başından beri barıştan yanalar. Kadınlar hatta köye Ukraynalı dansçı kızlar getiriyorlar ki köyün erkeklerinin dikkati dağılsın ve savaşmayı düşünmesinler.

Fakat yine de ülkede yaşanan trajedi köye de yansıyor. Kadınlar yine de erkeklerin savaşmasını engellemeyi başarabilecekler mi sorusunun cevabı, filmde.

Labaki bu filmde ağır bir konuyu hafif ve feministten çok feminen bir yaklaşımla ele almış. Gerçekçi olmasa da gerçek sorunlardan, dinsel çatışmalardan söz ediyor film. Bunu yaparken de Lübnan’daki iç savaşı nerdeyse tek bir nedene indirgiyor: Erkeklerin testosteron hormonuna! Erkek varsa savaş var yani. Filmdeki kadınların tümü ise ‘kan kusup kızılcık şerbeti içtim’ diyen türden. Barış için yapmayacakları yok. Oldukça zorlama bu bakış açısı sonuçta yürümüyor. Labaki ya hafif konularına geri dönmeli ya da ufkunu biraz açmalı.

***
 
İnanılmaz Örümcek Adam
Büyümek Zor İş

 
“İnanılmaz Örümcek Adam”ın en şaşırtıcı yanı topu topu 10 yıl öncesine ait olan “Örümcek Adam”ın (Sam Raimi yönetmişti) yeniden çevrimi olması. Her kuşak kendi örümcek adamını tanıyacaktır! Raimi’in “Örümcek” serisi üçledikten sonra devam edemedi. Dördüncü bölüm konusunda yönetmen ve stüdyo anlaşamadılar. Ayrıca fiyatı yükselmiş olan yönetmen ve oyuncularla (Tobey Maguire vb.)çalışmaktansa, daha aza kani olacak yeni bir ekiple çalışmak Sony’ye daha kârlı gelmiş olmalı. Böylece Maguire’ın yerini Andrew Garfield almış örümcek adam Peter Parker olarak. Sonuç hiç de fena değil. Bir sorun, 20’lerini çoktan geçmiş oyuncuların lise öğrencilerini canlandırmaları ki ona da kısa zamanda alışıyorsunuz. Örümcek Adam, süper kahramanlar ırkının en sevimlisi olagelmiştir benim için. Anne ve babasız büyüyen, orta halli biridir Spidey (böyle demeyi seviyor Amerikalılar, “Örümcekcik” gibi bir şey). Spidey’nin, babası kaybolunca, amcası onu evlat edinmiştir. Spidey zekidir ama eziktir, okulda hep dayak yer. Bir gün babasının çantasında bulduğu araştırma notları onu bir bilim merkezine götürür. Burada bir örümcek tarafından ısırılacak ve insanüstü yetenekler geliştirmeye başlayacaktır. Ama bu yetenekleriyle ne yapacaktır genç Örümcek Adam? Özel bir güce sahip olmak ona ne gibi sorumluluklar yüklemiştir? Sorumlu bir yetişkin, topluma faydalı bir birey olabilecek mi, yoksa…
 
Acaba Örümcek Adam, biraz da şunu mu diyor: İnsan ne kadar zayıf olursa olsun, kendisine toplumsal bir kimlik (bir maske) geliştirmeli ve o zayıflıkları baki kalsa da bu kimliğiyle zorlukların üstesinden gelmeye çalışmalıdır? Filmde örümcek adam bir çocuğu kurtarıyor. Çocuğun da çaba harcaması gerekiyor fakat. Örümcek, çocuğun kendi gücüne inanmasını sağlamak için ona kendi maskesini veriyor ve çocuk psikolojik destek aldığı örümcek maskesi sayesinde kendini kurtarmak için çaba harcamaya başlıyor. Belki de hepimizin böyle maskelere ihtiyacımız var.

Filmin politik olarak kafa karıştırıcı anları  da yok değil. Peter örümcek tarafından ısırıldığı bilim merkezine girerken, başka birisinin kimliğini çalmak zorunda kalıyor ve bu sahte kimlikle içeri giriyor. Kimliğini çaldığı kişinin soyadı Guevera! Yani Che! Bu isim, tesadüfi bir seçim olamaz. İçerde karşılaşacağı kişi ise bütün kişisel zayıflıkları yok etmek, herkesi eşitlemek isteyen bilim adamı Curt Connors ki sonradan filmin kötü adamına dönüşecektir. Bütün bunlarla film, eşitlikten dem vuranların, genç Gueveraların yani komünizmle ilgilenenlerin nihayetinde kötü adamlar olduğu fikrini mi genç kuşakların bilinç altına sokmaya çalışıyor? Aman ben de, bıktım şu kültür komiserliğinden.  

***
 
Rabat’ta Türk Sineması Vardı
 
Fas’ın başkenti Rabat 18 yıldır yaratıcı sinemaya destek veren bir festival düzenliyor. Bu yıl (Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği)katkılarıyla 18. Uluslar arası Rabat Auteur Film Festival’inin onur konuğu ülke Türkiye’ydi. Kültür Bakanlığı ve SETEM’in katkılarıyla düzenlenen Türk filmleri toplu gösterimi Ertem Göreç’in klasik filmi “Karanlıkta Uyananlar”la açıldı. Filmden önce yapılan törenle Ertem Göreç’e Onur Ödülü verildi. Semih Kaplanoğlu’nun “Bal”ı, Reha Erdem’in “Kosmos”u, Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u, Şerif Gören ve Yılmaz Güney’in “Yol”u, Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minaresi ve Seren Yüce’nin “Çoğunluk”u bu bölümde gösterilen Türk filmleriydi ve seyirciden büyük ilgi gördü. Zaten Fas’ta Türkiye’ye büyük bir sevgi ve merak beslendiğini gördük. Herkes Türkiye’yi ne kadar beğendiğiyle söze başlıyor ve bir an önce Türkiye’ye gelme isteğinden ya da Türkiye’de geçen güzel günlerinden söz ediyordu. Bu merakta dizilerin de büyük payı var doğrusu. Türk dizileri kasıp kavuruyor dünyanın önemli bir bölümünü. Kazakistan’dan Fas’a (ki arada epey bir mesafe var!) bu olguyu bizzat müşahede etmiş bulunmaktayım. Kadınlar “Mohandes” (Kıvanç Tatlıtuğ’un “Gümüş” dizisinin Arap versiyonundaki adı) diyor başka bir şey demiyor. Brad Pitt gelse, Tatlıtuğ’un yanında sönük kalabilir, o derece.

Festival’in yarışmalı bölümünde 17 film vardı, dünyanın dört bir yanından. Benim de içinde bulunduğum jüri Arap ağırlıklı  olmakla birlikte, Fildişi Sahilleri ve Kosta Rika’dan da üyeler içeriyordu.  Festivalin yarışmalı bölümündeki Türk filmi ise “Unutma Beni İstanbul”du. Hüseyin Karabey’in artistik direktörlüğünde gerçekleştirilen filmin aslında uluslararası bir yapısı var. Altı kısa filmden oluşan filmin her bir bölümü başka bir yönetmence çekilmiş ve farklı bir oyuncu kadrosunca oynanmış. “Unutma Beni İstanbul” festivalin büyük ödülünü kazandı.

“Unutma beni İstanbul”un gösterimi ardından yapılan söyleşi oldukça coşkulu geçti. Seyircilerin çoğu İstanbul’un hiç tanımadıkları yüzleriyle ilk defa bu filmle karşılaştı ve televizyon dizlerinin parıltılı dünyasından başka dünyaların da olduğuna ilk kez bu filmle tanık oldu.

Ev sahiplerimiz kriz koşullarında geçmiş yıllara göre çok küçülen bütçelerine rağmen, bize sıkıntı yaşatmamak için ellerinden geleni yaptılar. Doğrusu kendilerine teşekkür borçluyuz. Feza Sınar’ın ve Mehmet Güleryüz’ün gayretleriyle bu etkinliği örgütleyen SETEM’e ve desteğini esirgemeyen Kültür Bakanlığı’na da çok teşekkür ederiz. İki ülke sinemaları arasında yakınlaşma sağlayan bu tür etkinliklerin ilerde de gerçekleştirilmesi dileğiyle…
 

Son bir not: Herkesin bir gün Fez’in soukh’unu (pazarını) görmesini dilerim. Zamanda yolculuk yapmak gibi bir şey…
 
 
***

Menekşe’den Önce
Sivas 1993…

 
“Menekşe’den Önce” Sivas katliamını yaşamış, ruhsal ve fiziksel yaralar içinde hayatta kalmış insanların tanıklıklarına odaklanmış bir film. Zor bir film… çünkü yaşadığımız toprakların ve birlikte yaşadığımız insanların nasıl cehenneme ve cehennem zebanilerine dönüşebildiğini gösteriyor… Kötülük en sıradan şey olmasına rağmen yine de inanılmaz gözükür. Bir insan bir insanı nasıl acımadan öldürür? Bir insan içinde çocukların olduğu bir oteli nasıl yakar? Ya binlerce insan? Çoğaldıkça akıl azalır mı? İnsanlık azalır mı? “Yaksana laa, bak hala eşya atıyor yere!”, “Gaz yok mu, gaz!” sesleri arasında ölümünü beklemek nasıl bir şey… Devletin valisi midir, kimdir bilmem birisi halkı tebrik ediyor hoparlörlerden: “Tepkinizi gösterdiniz, şenlik iptal edildi, şimdi lütfen gidin”… Başarılarının devletçe tescillenmesi kitleyi daha da coşturuyor. Gitmek yerine kalmak, başarılarını içerdekileri yakarak taçlandırmak istiyorlar. En masum taleplerini iletmeye çalışan insanları, gaza boğan, terörist diye içeri atan devlet, bu vahşi kalabalığı tebrik ederek daha da galeyana getiriyor. O devlet ki, laiklik, ateistlik ve halkın dini duygularını bastırmakla da suçlanacaktır günümüzde. 

Bazen şaşırıyorum ne direngen bir türüz diye. İçeri atıyorlar, yakıyorlar, işkence ediyorlar, yine de buradayız, yine de ayaktayız, yine de biziz, kendimiz. Sivas’taki, Ankara’daki linççiler, başaramadınız!