İsrail’in Gazze saldırılarının ve İran ile hesaplaşmasının ikinci cephesi olan Lübnan çok aktörlü bir denklemin merkezinde. Dr. Sezer, Lübnan’daki çok boyutlu kapışmanın sönümlenmeyeceğini vurguluyor.

Lübnan karışırsa Ortadoğu yanar
Fotoğraf: AA

Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’in Gazze Şeridi’nde 34 binden fazla Filistinliyi katlettiği savaşın bir diğer cephesinde çatışmalar şiddetleniyor: İran destekli Hizbullah’ın güçlü olduğu, yıllardır kemikleşen iç krizleriyle boğuşan kuzeydeki Lübnan.

Savaşın ilk günlerinden bu yana çatışmanın yayılmasına yönelik endişeler her geçen gün daha yüksek sesle dile getirilirken, son haftalarda İran ile İsrail arasındaki saldırılar, bu korkuların hiç de yersiz olmadığını gösterdi. Uluslararası toplumda çığ gibi büyüyen tepkiye karşı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için de bu durum, çatışmayı bölgeye yayarak üzerindeki baskıyı azaltmak ve Ortadoğu’daki krizin yükünü bölgeye paylaştırmak için bir fırsat.

İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne düzenlediği ve Devrim Muhafızları’ndan 2’si üst düzey olmak üzere 7 komutanın öldürüldüğü saldırıya İran ilk kez direkt olarak füzelerle İsrail topraklarını vurarak yanıt verdi. İsrail’in bu saldırıya İran’ı kamikaze İHA ile karşılığı sonrası bu çatışmanın nereye evrileceği tartışmaların merkezinde.

Lübnan Hizbullah’ı ile İsrail ordusu arasındaki çatışmalar hız kazanırken sınırda yeni bir göç dalgasına yol açtı.

İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Selim Sezer, Lübnan cephesindeki çatışmaları BirGün’e değerlendirdi.

Dr. Öğr. Üyesi Selim Sezer

İsrail-Filistin savaşının/krizinin bir diğer önemli cephesi de Lübnan. Lübnan neden önemli?

Lübnan her şeyden önce konumu itibarıyla bölgede önemli bir yer tutuyor. Batı Akdeniz’in en önemli limanlarından bazılarına ev sahipliği yapan ve geçmişte bölgenin ticaret ve finans merkezi olan Lübnan, şaşaalı günlerini geride bırakmış olsa da halen pek çok bölgesel ve uluslararası aktörün kontrol altında tutmak istediği bir ülke. Aynı zamanda Lübnan açıklarında önemli doğalgaz kaynakları bulunuyor ve önümüzdeki on yıllar boyunca Akdeniz gazı, Ortadoğu’nun en önemli iktisadi ve siyasi meseleleri arasında yer alacak.

Bunun dışında din ve mezhep yönünden heterojen bir nüfusa sahip olan Lübnan’da farklı cemaatler geçmişten beri farklı bölgesel aktörlerin etki alanı içinde yer aldı. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlayan ve manda döneminde derinleşen Fransız etkisi ve özellikle kültürel nüfuzu da, en azından toplumun bir kısmı nezdinde bugünlere kadar devam etti.

Bu saydıklarımız Lübnan’ı genel olarak Ortadoğu’nun önemli ülkeleri arasına yerleştirirken, özel olarak İsrail’in bu ülkeye olan “ilgisinin” çok açık bir sebebi var: 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinliler dışında İsrail’le savaşan sadece Lübnanlılar oldu ve sayısız girişime rağmen tasfiye edilemeyen Lübnan direnişi, bugünlere kadar daha da güçlendi.

İsrail’in savaşı yayma planlarının en kırılgan halkası olan Lübnan’a savaş sıçrar mı?

Ekim ayından beri hem İsrail’in hem de Lübnan Hizbullahı hareketinin çatışmayı asgari düzeyde tutma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Yapısı itibarıyla sadece kısa süreli ve odaklanmış savaşlara hazır olan İsrail ordusu, kuzeyde ikinci bir cephenin açılmasından her zaman endişe etti. Üstelik bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde söz konusu cephe Gazze cephesinden tamamen farklı olacaktır; olası bir İsrail-Lübnan savaşı halinde İsrail karşısında en az konvansiyonel bir ordu kadar güçlü, ama aynı zamanda “gerilla” savaşı konusunda da deneyimli bir kuvvet bulacaktır. Hizbullah’ın 2006 yılından bu yana askeri kapasitesini tam olarak hangi düzeye getirdiği de İsrail tarafından bilinmiyor. Dahası, İsrail Gazze’de uyguladığı kuşatmayı Lübnan’da uygulayamayacak, ayrıca savaşa Hizbullah’la birlikte başta Emel olmak üzere farklı siyasi grupların milis güçleri, hatta belki de Lübnan ordusunun en azından bir kısmı katılacaktır. Bu, İsrail’in kolayca göze alabileceği bir şey değildir; Gazze Savaşı devam ederken kuvvetlerinin önemli bir bölümünü kuzeye kaydırmayı da istemeyeceklerdir.

HİZBULLAH’IN ÇEKİNCELERİ

Öte yandan Hizbullah’ın da tam kapsamlı bir savaşa girmekten kaçınmak için sebepleri var. Lübnan’daki siyasi ve iktisadi kriz ortamında yeni bir savaş her şeyi daha da ağırlaştıracaktır. Ayrıca 2006 savaşında Lübnanlı güçlerin önemli bir bölümü Hizbullah’ın yanında yer almış ya da sürecin dışında kalmıştı. Ancak son yıllardaki iç siyasi denklem Hizbullah’ı bazı açılardan sıkıştırdığından, Hizbullah çeşitli güçlerin (özellikle sağcı Maruni güçlerin ve genel olarak 14 Mart İttifakı’nın) kendilerini “ülkeyi savaşa sokmakla” itham edeceği ve/veya Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını isteyeceği bir tablonun oluşmasını istemeyecektir.

Bütün bunlara rağmen Hizbullah, Gazze Savaşı sürerken İsrail güçlerinin bir kısmını oyalamayı ve zayıflatmayı bir görev olarak kabul etti ve altı ayda iki yüzden fazla kadrosunu kaybetti. İsrail de Hizbullah saldırılarında kesin sayısı bilinmemekle birlikte çok sayıda askerini kaybetti ve Lübnan’ın güneyine yönelik hava saldırıları da dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde karşılık verdi. Olağan koşullarda beklenmesi gereken, Gazze’de ateşkes sağlanıncaya kadar kuzey sınır bölgelerinde de düşük yoğunluklu çatışma halinin devam etmesidir, ancak bölgedeki denklemler hızlı bir şekilde değişebilmektedir.

Washington’dan dahi “Lübnan-İsrail sınırında ‘sert bir gerilim’ yaşanabileceği uyarısı” gelirken savaşın Lübnan’a sıçramasının sonuçları ne olur?

Bu uyarılara ilave olarak cuma günü Lübnan basınında, Hizbullah’a yakın bir kaynağın “Çarpışmalarda yeni bir safhaya geçmeye hazırlanıyoruz” dediği bilgisi de yer aldı. Eğer durum benim tanımladığım “düşük yoğunluklu çatışma” halinden çıkıp “tam kapsamlı savaş” halini alırsa, her şeyden önce bunun yıkıcı sonuçları olacaktır. Başkent Beyrut’un bile elektrik de dahil olmak üzere temel imkanlardan kısmen yoksun olduğu kriz koşullarında savaş Lübnanlılar için – can kayıpları ve göçlere ilave olarak – hayatın daha da zorlaşması anlamına gelecektir.

Benzer bir durum İsrail için de geçerlidir. Gazze’deki soykırım sebebiyle yapılan boykot ve yatırımların geri çekilmesi çağrılarının kayda değer bir karşılık bulmasının sonucunda zaten zor bir durumda olan İsrail ekonomisi daha da ciddi düzeyde hasar görecek, halihazırda önemli ölçüde boşalmış olan kuzey bölgelerinden göçler daha da artacaktır. Dahası, eşzamanlı iki savaş, İsrail’den dışarıya göçleri de artıracak, İsrail’e göçleri ise bir süreliğine de olsa sıfıra yakın bir noktaya getirecektir. Bu da İsrail’in varoluşunun temellerinden olan Yahudi nüfus çoğunluğunu kendileri bakımından tehlikeye atacaktır.

‘MAĞDUR’ OLMAK İSTEYEBİLİR

Ancak anlaşıldığı kadarıyla Netanyahu ve hükümetindeki isimlerin en azından bir kısmı (özellikle de Ben-Gvir ve diğer “aşırılıkçılar”) yeni savaşlar istiyor. Zira yeni bir savaş ve özellikle İsrail’in “saldırıya” uğraması dikkatleri Gazze’den uzaklaştırabilecek, İsrail’in dünya kamuoyuna kendisini “mağdur” olarak lanse etmesine zemin sağlayacak, aynı zamanda da çeşitli faktörlerin etkisiyle sınırlı hale gelmeye başlamış Amerikan desteğini yeniden konsolide etmeyi sağlayacaktır. Her ne kadar Joe Biden yönetimi Lübnan’la yeni bir savaşı istemediğini defaatle ifade etmiş olsa da, tam kapsamlı savaşın patlak vermesi halinde ABD’nin İsrail’e askeri, mali ve siyasi destek sağlayacağı kesindir.  

Kimlik siyaseti üzerinden bölünmüş, çok etnili, çok dinli, çok kültürlü Lübnan’ın olası bir çatışmanın/savaşın içine çekilmesi Suriye’yi nasıl etkiler?

Önceki on yılda bazı bakımlardan bunun tersi denebilecek bir süreç yaşandı. Suriye çatışması Lübnan toplumunu da ikiye böldü. 1 milyondan fazla Suriyeli mültecinin gelişi de bu bölünmeyi güçlendirdi, zira Lübnan’a göç eden Suriyeliler arasında hem Beşar Esad yanlıları hem de Beşar Esad karşıtları vardı ve Lübnan, kendi nüfusuna oranla en fazla Suriyeli mülteci kabul eden ülke oldu. Şimdi bunun tersini, yani farklı din ve mezheplerden, farklı siyasi çizgilerden Lübnanlıların olası büyük çaplı bir savaşta Suriye’ye göç etmesini görür müyüz bilmiyorum, buna fazla bir ihtimal vermiyorum. Ancak her durumda bu iki ülkeden birinde yaşanan gelişmeler, sınırın diğer tarafına çok doğrudan şekilde yansır. Zaten Suriye-Lübnan sınırı Fransız mandası zamanında keyfi olarak çizilmiş, yapay bir sınırdır ve aslında Suriyeliler ile Lübnanlılar, heterojen bileşimlerine rağmen, en geniş haliyle tek bir toplumun parçasıdır.

LÜBNAN ÇIKMAZDA

İran-İsrail arasında siyasi-askeri hesaplaşmaya sahne olan Lübnan’ı nasıl bir gelecek bekliyor?

Lübnan’ın geleceğin dair kimsenin pozitif öngörüleri olmadığı gibi, herhangi türden bir gelecekten bahsedebilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Bu yalnızca yakın zamanda ya da yalnızca İran ve İsrail arasında yaşanan süreçlerden kaynaklı değil. Öncelikle Lübnan siyasetinde etkili olan başka dış aktörler de var, bunların başında da Suudi Arabistan ve Fransa geliyor. İkinci olarak sistem yıllardır tam bir açmaza girmiş durumda.

2019 yılında başlayan ve tabandan gelişen protesto hareketleri, Lübnan siyasetini bir anlamda tekeli altına almış tüm siyasi aktörlerin sahneden çekilmesini talep etmesi ve geleneksel mezhep temelli mekanizmaların aşılması talepleriyle heyecan yaratmıştı. Ancak bu hareketler zaman içinde sönümlendiği gibi, 4 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleşen Beyrut Limanı patlaması, bir anlamda ülkenin tabutuna son çiviyi çaktı. Hiç kimsenin bir çıkış planının olmadığı koşullarda Lübnan’ın yeniden Fransız mandası altına girmesini talep edenler bile çıktı – ki aslında mevcut sorunların derin kökenleri tam da bu manda döneminde inşa edilen mekanizmalar olduğundan, bu talep epey ironikti.

Geride kalan dört yıl boyunca liman patlamasıyla ilgili soruşturmada yol kat edilememiş olması, sistemdeki genel çürümemin göstergelerinden biri. Ayrıca son yıllarda siyasi kriz ve ekonomik kriz birbirini karşılıklı olarak besleyip derinleştirdi ve son yıllarda Lübnan’ı terk edenlerin sayısı, 1860-1914 yıllarındaki uzun süreli büyük göç dalgasında o dönem Cebel-i Lübnan olarak adlandırılan bölgeden göç edenleri geride bıraktı. Mevcut çatışma durumu ve çatışmaların derinleşmesi ihtimali, tablonun daha da kötüleşmesi anlamına geliyor.  

Hizbullah’ın iç ve dış politikadaki varlığı-gücü Lübnan’ı nasıl etkiliyor?

Hizbullah’ın Lübnan iç siyasetinde oynadığı role dair çokça eleştiriler var ve bunlar tamamen haksız değil. Özellikle 2019-2020 sürecinde ve sonrasında Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart koalisyonunun çürümüş bir düzenin bekçisi konumuna düşmesi büyük bir talihsizlik.

Ancak Hizbullah’ın silahlarını bırakması talebi adil ve makul bir talep değil. Zira Hizbullah, Lübnan ordusunun sahip olmadığı bir güce ve caydırıcılığa sahip. Hatta geçmiş süreçleri, esas olarak da 1980’lerin ortalarından itibaren Güney Lübnan’da gelişen direnişi ve 2006 Temmuz Savaşı’nı düşününce, “Hizbullah olmasaydı bugün Lübnan’dan geriye bir şey kalır mıydı ki” demek de mümkün. Aslında diğer taraflar da bunu biliyor, keza Lübnan Kuvvetleri gibi sağcı oluşumlar Hizbullah’ın silahlarını kendisine karşı kullanmayacağını da biliyor. Ancak siyasi hasımlarını zayıflatmak için bu argümanı kullanmaktan da geri durmuyorlar. 

LİDERLİK DÜĞÜMÜ

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizi ABD, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar’ı içeren Beşli Komite’ye rağmen aşılabilmiş değil. Kriz ne kadar derinleşecek?

Lübnan daha önce de cumhurbaşkanlığı ve krizleri yaşamıştı. Son Cumhurbaşkanı Mişel Aun, Baabda Sarayı’nın 2 yıl 5 ay boş kalmasından sonra göreve başlamıştı. Ondan önceki cumhurbaşkanı Mişel Süleyman da altı aylık bir krizden sonra cumhurbaşkanı olmuştu. Bu durum, biraz iç siyasi hizipleşmelerden, biraz da Lübnan’ın sorunlu siyasal sisteminden kaynaklanıyor. 1943 tarihli Ulusal Pakt’tan beri Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundadır. Ancak bir kişinin cumhurbaşkanı seçilebilmesi için 128 sandalyeli Lübnan parlamentosundan en az 65 milletvekilinin bu kişi için oy vermesi gerekir. Meclis’te de dinler ve mezhepler için belirlenmiş kotalar vardır ve Marunilere ayrılan sandalye sayısı 34, Hıristiyanların toplam sayısı 64’tür.

İşi daha da karmaşıklaştıran durum, Lübnan siyasi tablosunun, her ikisi de farklı mezheplerden partileri barındıran iki ana koalisyon (8 Mart ve 14 Mart) arasında bölünmesi, 13 milletvekilinin ise tüm geleneksel çizgilere karşı olması, bazı başka milletvekillerinin de iki ana çizginin dışında kalmasıdır. Bu tablo içinde 65 kişinin birden onaylayacağı bir isim bulmak hemen hemen imkansızdır. 14 Martçıların kendi adaylarını seçtirmesi mümkün değildir; Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart da Meclis’te çoğunluğa sahip değildir ve önceki Cumhurbaşkanı Aun gibi hem Maruni olup hem Hizbullah’ın desteğini alacak bir isim bulmak pek kolay değildir. Dolayısıyla mevcut tablo altında krizin çözülmesini beklemiyorum.