Lübnan’da 6 aydan fazladır, yetkileri geniş cumhurbaşkanlığı makamı boş. Ülkenin ekonomik toparlanması, siyasi istikrarsızlık ve mezhepçilik nedeniyle çok zor. Bu tablo, sığınmacılar üzerindeki baskıyı artırıyor. Zorla sınır dışı etme pratiği bir suni gündem yaratma çabasından ibaret.

Lübnan’da Suriyeli sığınmacılar gerilimi: Bir suni gündem mühendisliği
Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta çok sayıda mülteci kampı yer alıyor. Bunlardan biri de Sabra Şatilla Mülteci Kampı... (Fotoğraf: Depo Photos)

Ümit Fırat AÇIKGÖZ*

Lübnan devleti Suriyeli sığınmacılara haftalardır dozu gittikçe artan bir baskı uyguluyor: sıkılaşan kontroller, sınır dışı edilen sığınmacılar, uluslararası kurum ve aktörlere yapılan kökten çözüm çağrıları. Türkiye’de Suriyeli sığınmacıları ülkelerine göndermek isteyen kimileri Lübnan’dan ilham alıyor olabilir. Gelgelelim, fazla aceleci olmamakta fayda var. Lübnan ve Türkiye arasında anlamlı bir kıyas, ancak Lübnan’ın kendi iç dinamiklerini ve Suriyeli sığınmacıların bu ülkedeki konumunu anlamakla mümkün. Böyle bir kıyasın ortaya koyacağı farklar o kadar esaslı ve derin ki, Türkiye’ye kendi sığınmacı sorununu çözecek bir model sunması son derece zor.

Türkiye dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke. Kendi nüfusuna oranla sığınmacı sayısı en yüksek ülke ise Lübnan. Resmi rakamlar ve çeşitli tahminler arasında, aynı Türkiye örneğinde olduğu gibi uçurumlar olsa da tablo kabaca şöyle: beş buçuk milyon nüfusun bir milyonundan fazlası sığınmacı. Bunların ezici çoğunluğu Suriyeli. Uluslararası Af Örgütü verilerine göre Türkiye’de bin kişiye düşen sığınmacı sayısı 43 iken bu rakam Lübnan’da 134. Tahminler, Suriyeli sığınmacı sayısının ülke nüfusunun dörtte birine ulaştığını gösteriyor. Kıyas için söyleyelim: Türkiye’de yirmi milyondan fazla Suriyeli olmasıyla eşdeğer bir oran. Yani neredeyse tüm Suriye nüfusunun Türkiye’ye gelmesinin yaratacağı etki, Lübnan’da yıllardır söz konusu.

Hem Lübnan hem de Türkiye ekonomik kriz ve yüksek enflasyon ile boğuşuyor. Lübnan’daki kriz, Türkiye’dekinden çok daha derin. Bir ekonomik çöküş söz konusu. Lübnan lirasındaki erime, Türk lirasındaki değer kaybının çok ilerisinde. Dahası, Lübnan bir yıldır geçici bir hükümetle yönetiliyor. Altı aydan fazladır, yetkileri geniş cumhurbaşkanlığı makamı boş. Ülkenin ekonomik toparlanması, kronik siyasi istikrarsızlık, kurumsallaşmış yolsuzluk ve mezhepçilik nedeniyle çok zor. Bu tablo, sığınmacılar üzerindeki toplumsal ve siyasi baskıyı arttırıyor.

Bu çerçeveyi akılda tutarak son haftalarda olanları kısaca özetleyelim. Nisan ayının başından itibaren güvenlik güçleri Lübnan’ın dört bir tarafındaki adreslere baskınlar düzenleyerek çok sayıda Suriyeli sığınmacıyı gözaltına aldı. Bunlardan bir kısmı sınır dışı edildi. Diğerleri hala göz altında.

Bunun yanında Lübnan İçişleri Bakanlığı, ülkedeki tüm Suriyeli sığınmacıların kayıt altına alınması amacıyla ulusal çapta bir proje başlattı. Vali, kaymakam, belediye başkanı ve muhtarlar eliyle yürütülecek bu proje sonunda hükümet, Suriyeli sığınmacılar konusunda net bir tabloya sahip olmayı umuyor. Zira 2015’te Lübnan hükümeti Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden sığınmacıların kayıt altına alınmasına bir son verilmesini talep ettiğinden beri ülkeye girenlerin ve ülkede doğanların herhangi bir kaydı bulunmuyor. O dönem sığınmacı akınını dizginleyeceği umulan bu uygulama zamanla yarattığı kayıtsızlık ve belirsizlik ortamıyla bugün Lübnan devletinin karşısına büyük bir sorun olarak çıkıyor. Kayıtlı sığınmacı sayısı 800,000 civarı iken gerçek sayı ile ilgili tahminler 1.2 milyon ile 2 milyon arasında değişiyor.

Sığınmacılar üzerindeki çemberi daraltan bir başka uygulama ise resmi statüsü olmayanlara ev ve işyeri kiralanmaması. Suriyelilere ait işletmeler ise sıkı bir kontrole tabi olacak. Yasal oturumu olmayanlarca açılan, gerekli prosedürleri yerine getirmemiş işletmeler mühürlenecek.

Lübnan hükümetine göre meselenin özü şu: çok sayıda sığınmacı yasadışı yollardan Suriye’ye gidip daha sonra Lübnan’a dönüyor. Bu da sığınmacı statülerinin kaybedilmesi demek. Zira bu, ülkeden yasadışı yollardan çıkma suçu bir tarafa, sığınmacıların ülkelerindeki güvenlik sorununun ortadan kalktığını gösteriyor.

Suriye-Lübnan arasında yasa dışı seyahatin son yıllarda çok arttığı, pek çok sığınmacının ülkelerine gidip geri döndüğü sır değil. Bu yasadışı yolların pek de güvensiz olmadığının bir örneği olarak not ettiğim, iki yaşında çocuğu ile Suriye’de akrabalarını ziyarete gidip dönen bir kadın biliyorum. Lübnan-Suriye sınırı ezelden beri sıkı bir kontrol söz konusu olmadı. Uyuşturucu, petrol ve döviz kaçakçılığı ekonomik darboğazdaki her iki ülkede de resmi ve gayrı resmi pek çok aktöre büyük kazançlar sağlıyor. Burada Türkiye gibi sınırlarını kontrol edecek her türlü askeri, bürokratik ve teknolojik olanaklara sahip olmasına rağmen yıllarca siyasi nedenlerle bunu yapmamış bir ülkeden bahsetmiyoruz. Lübnan’ın sınırlarını kontrol edecek gücü yok. Hele bu çapta bir trafik söz konusu iken.

Geçtiğimiz ay, bazı Suriyeli sığınmacılar ve sivil toplum örgütlerince Lübnan devletinin artan baskısını protesto çağrısı yapıldı. “Lübnan’ı Suriyeli İşgalinden Kurtarma Hareketi” adlı bir oluşum ise aynı yer ve saatte bir karşı-protesto çağrısı yapınca hükümet, her iki protestoyu da güvenlik gerekçesiyle yasakladı.

Söz konusu oluşumun temsil kabiliyeti hakkında net bir resim ortada yok. Fakat geçtiğimiz aydan beri devam eden gözaltı, sınır dışı ve kayıt altına alma uygulamaları Lübnan kamuoyunda artan bir yabancı düşmanlığı ve sığınmacı karşıtı retorikte sertleşme olarak yankılandı. Sosyal medyada nefret söylemi kaygı verici boyutlara ulaştı.

Lübnan gibi derin hatlarla bölünmüş bir toplumda Suriyeli sığınmacılar karşıtlığı ülkede birleşik bir kamuoyu oluşturmaktan çok uzak. Toplumun hangi sınıfsal ve mezhepsel grupları bu karşıtlığa ne derece, hangi gerekçelerle iştirak ediyor kestirmek kolay değil. Yine de bazı ipuçları ihtiyatlı da olsa bir fikir veriyor. Bu ipuçlarından devşireceğimiz resim, Lübnan ile Türkiye’nin sığınmacı krizleri arasındaki esaslı farkları gösterecektir diye düşünüyorum.

Öncelikle Türkiye’nin aksine Lübnan’daki Suriyeli varlığı 2011’den çok daha gerilere gidiyor; iki ülkenin birbirinden ayrıldığı 1940lara. Komşusundan çok daha müreffeh bir ülke olagelen Lübnan’da Suriyeliler özellikle tarım ve inşaat sektöründe emek arzının belkemiğini teşkil edegeldi. Suriye’den Lübnan’a işçi akını 1990’da biten Lübnan İç Savaşı’ndan sonraki yeniden inşa sürecinde zirveye ulaştı.

Suriye’nin sadece işçileri değil sermaye sahipleri de Lübnan’da hep aktif oldular. Dört senedir ilan edilmemiş bir iflas durumunda olan Lübnan bankacılık sektöründe Suriye’den gelen paranın hatırı sayılır bir yeri var. Sıkı sermaye kontrolleri sebebiyle Lübnanlılar gibi Suriyeliler de birikimlerine 2019’dan beri erişemiyor. Ne zaman ne kadarına erişebilecekleri ise muamma.

Bu denli uzun soluklu bir Suriye diasporasının iki ülke halkları arasında bir beraber yaşama kültürü ve dikkate değer bir entegrasyon yarattığı açık. Bundan daha açık ve temel bir gerçeklik ise şu: Suriyeliler ve Lübnanlılar derken aslında aynı halktan bahsediyoruz. Osmanlı sonrası Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa tarafından çizilen yapay sınırların Filistin’den sonra en yapay ve zorlama olanı Lübnan ve Suriye sınırı. Aynı dili konuşan, aynı müzikleri dinleyip aynı yemekleri yiyen iki toplumdan bahsediyoruz. Evet, belki diller arasında ağız, mutfaklar arasında baharat farkları var. Fakat o farklar Şam ile Halep, dahası yüzölçümü İzmir ilinden küçük Lübnan’ın kuzeyi ve güneyi, sahili ve dağları arasında da var. Suriyeli sığınmacılarla ev sahibi ülke arasında, Türkiye’de güney sınırlarında bazı bölgeler hariç söz konusu olmayan, bir kültürel ve dilsel ortaklık, neredeyse “iki devlet tek millet” durumu söz konusu.

Türkiye ile Lübnan’ın Suriyeli sığınmacılar krizlerindeki diğer bir temel fark ise Lübnan’ın hassas mezhepsel ve siyasi dengeleri. Ülkeyi biraz takip eden herkesin bildiği üzere Lübnan’da milletvekili sandalyeleri Hıristiyan ve Müslümanlar arasında eşit bir şekilde bölüşülüyor. Cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı ve başka önemli makamlar belli mezheplere tahsis ediliyor. Bu mezhepçi siyasi sistem 1932 yılından beri nüfus sayımı yapılmayan Lübnan’da nüfusun yarı yarıya Hıristiyan ve Müslümanlardan oluştuğu varsayımına dayanıyor. Bu dengenin Hıristiyanlar aleyhine radikal bir biçimde değiştiği Lübnan’ın en büyük “açık sırrı.”

Hıristiyanların nüfusa oranı konusunda %20 ile %35 arasında değişen tahminler var. Lübnan kurulduğundan beri nüfus baskısının tedirgin ettiği Hıristiyan gruplar, ezici çoğunluğu Sünni olan bir milyondan fazla Suriyelinin ülkedeki artık pek de geçici olmayan varlığından en rahatsız olan kesim. Lübnan siyasetinin fay hatlarından en derinini teşkil eden mezhepsel dengelerin göç yoluyla bozulması, ülke tarihinin en acı hafızalarını tetikliyor. 1975-1990 arasındaki iç savaşı tetikleyen en önemli faktör, ülkedeki yine çoğunluğu Sünni on binlerce Filistinli sığınmacı idi.

Filistin Kurtuluş Örgütü önderliğinde Lübnan’ın güneyini devlet içinde devlet haline getirip İsrail’le savaşını buradan yürüten dönemin örgütlü Filistinli sığınmacıları ile bugünkü, siyasi bir gündemi olmayan Suriyeli sığınmacılar arasında dağlar kadar fark var. Gelgelelim, Hizbullah’ın yönlendirdiği ulusal siyasette özellikle Marunilere tahsis edilegelmiş cumhurbaşkanlığı makamının boş olduğu bu süreçte Hıristiyanlar arasındaki etkisizleşme ve dışlanma hissi hiç olmadığı kadar yaygın. Bu da Suriyeli sığınmacılar meselesine nihai bir çözüm bulunması çağrılarının Hıristiyan partiler ve dini önderlerden gelmesini anlaşılır kılıyor.

Geçtiğimiz haflarda bu konuda açıklamaları en çok ses getiren iki isim, Maruni patriği Beşara al-Rai ile Hıristiyan Kataeb partisinin lideri Sami Cemayel oldu. İkisinin de eleştirilerinin hedefinde uluslararası toplum, özellikle de Avrupa Birliği vardı. İki lider de Avrupalılara, sığınmacılara yaptıkları yardımları kendi ülkeleri Suriye’de yapmaları çağrısında bulundu. Ekonomik çöküş içindeki Lübnan’ın bu büyük sığınmacı yükünü artık kaldıramadığını belirten Rai ve Cemayel, Avrupa bir destek verecekse, bunun Suriyelilerin kendi ülkelerinin yeniden inşasında rol almasına yönelik olması gerektiğinin altını çizdiler.

Müslüman partilerden Suriyelilerin ülkelerine dönüşü konusunda pek ses çıkmıyor. Sünni partileri çoğunluğu kendi mezheplerinden olan sığınmacılar konusunda ses yükselterek tabanlarını yabancılaştırmaktan, Şii partileri ise Suriye-İran bloğu ile ilişkilerine zarar vermekten çekiniyor. Bununla beraber, iki ülke vatandaşları arasındaki akrabalık ilişkilerinin Sünni Müslümanlarla sınırlı olmadığını hatırlamakta fayda var. Suriye’nin hatırı sayılır Hıristiyan nüfusu ile Lübnanlı Hıristiyanlar veya farklı din ve mezheplerden kimseler arasında da evlilik yoluyla kurulan akrabalık ilişkileri yabana atılır sayıda değil.

Lübnan’daki Suriyeli sığınmacılara dair bu tabloda yeni olan hiçbir şey yok. Sığınmacılar 12 senedir ülkede. Ekonomik çöküş ise üç seneden fazladır devam ediyor. Burada sorulması gereken soru neden son haftalarda sığınmacıların hiç olmadığı kadar büyük bir kriz haline geldiği, getirildiği. Sorunun net bir cevabı ancak karar alıcılarda var. Bir açıklama, kamuoyunun ilgisini Lübnan’ın gerçek krizi olan ekonomik çöküş ve siyasi belirsizlikten başka bir noktaya çekmek; sığınmacıları ülkenin içinde bulunduğu darboğazın günah keçileri haline getirip asıl sorumlu olan siyasi partilere biraz nefes aldırmak. Bir başkası, “yetmiş sente muhtaç” Lübnan’a uluslararası kuruluşlardan bir miktar daha yardım koparmak. “Yetmiş sente muhtaç olmayan” Türkiye hükümetinin yıllardır kullandığı bir taktik…

Lübnan’dan sınır dışı edilenlerin sayısı, meselenin yarattığı sansasyona kıyasla oldukça düşük. En iddialı tahminler bile yüzlerle ifade ediliyor. Lübnan’ın ne bürokratik ne de kolluk kuvvetleri kapasitesi kitlesel bir sınır dışı projesi için yeterli. Çöküş halindeki ekonomisi ise uluslararası kurumları karşısına alacak bir hamleyi kaldırabilecek durumda değil.

Lübnan hükümeti, geçtiğimiz yaz da yine Türkiye’de çok ses getiren bir hamle yaparak ayda 15.000 Suriyeli sığınmacıyı ülkelerine göndereceğini açıklamıştı. Bir sonraki yaza girmek üzere olduğumuz bu günler itibariyle, yani neredeyse bir yılda, bir aylık hedefin bile yanına yaklaşılabilmiş değil. Vaatler ve icraatlar arasında bu denli uçurumlar, Lübnan siyasi kültürünün bir parçası…

Zorla sınır dışı etme pratiği bir suni gündem yaratma çabasından ibaret. Hükümetin ülkelerine yollayabileceği sığınmacılar kendi istekleriyle başvuranlar. Bunların sayısı da son derece sınırlı. Başvuranların hepsini ülkelerine göndermek de mümkün değil. Zira isim listeleri Şam’a gönderiliyor. Ancak Suriye hükümetinin onayladığı kişiler sınırda ülkelerine geri kabul ediliyorlar. Başka bir deyişle kitlesel bir sığınmacı geri dönüşü ancak Suriye hükümeti ile ortak hareket ederek mümkün. Arap dünyasıyla ilişkilerini yeniden tesis ettiği bu günlerde son on iki yıldır olmadığı kadar güçlü durumda olan Şam, sığınmacı meselesini bir koz olarak elinde tutmaya devam edecek gibi görünüyor.

Meselenin bölgeselden öte bir de uluslararası boyutu var. Lübnan, Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’nin imzacısı. Ülkelerinde işkenceye maruz kalacaklarına dair kuvvetli kanıtlar olan sığınmacıların sınır dışı edilmelerini engelleyen bu anlaşma, uluslararası örgütlerce sık sık Lübnan’ın karşısına çıkarılıyor. İnsan hakları sicili iç savaşın çok öncesinden beri oldukça bozuk olan Suriye’ye kitlesel bir sığınmacı transferi Lübnan’ın yapabileceği bir şey değil. Buradan elbet bir milyon Suriyeli sığınmacı ülkelerinde işkence görecek anlamı çıkmıyor. Rejim tarafından arananların sayısını bilmek mümkün olmasa da birkaç on bini geçmeyeceği düşünülüyor. Ama hangi birkaç on bin? Bunu sadece Suriye hükümeti biliyor. Suriye, komşuları ve batı ülkelerinden istediklerini alıp da genel af ilan etmedikçe böyle bir liste açıklamayacak, açıklasa da uluslararası kurumları ikna edemeyecektir.

Lübnan geçici hükümetince yaratılan bu suni gündemin tek somut sonucu ülkede Suriyelilere karşı ayrımcılığı ve nefret dilini körüklemek oldu. Her ülkede olduğu gibi burada da sığınmacı meselesini bireysel ve siyasi sermaye devşirme amacıyla istismar eden veya içinde bulundukları işsizlik ve ekonomik çöküşün sorumluluğunu kestirmeden Suriyelilere yükleyenler var. Bazı kasabaların Suriyelilere akşam sokağa çıkma yasağı getirmesi haberleri dolaşıyor ki bu da yeni değil. İki sene önce ziyaret ettiğim bir kasabada “Suriyeliler saat 21’den sonra sokağa çıkamaz!” yazıları görmüşlüğüm var.

Lübnanlı siyasiler bir toplumsal patlamanın eşiğinde olunduğunu ilan ederek, batıdan geri dönüşler için adım atmasını istiyor. Bunun kısa vadede olmayacağını bizden daha iyi bildiklerinden asıl bekledikleri birkaç yüz milyon dolarlık bir yardım paketi. Çökmüş Lübnan ekonomisine bir doz morfin daha.

Türkiye gibi Lübnan da hazmedebileceğinden çok daha fazla sığınmacıya ev sahipliği yapıyor. Türkiye gibi Lübnan da hükümetlerinin zamanında hem batılı hem de Körfez ülkelerinin teşvikiyle uyguladıkları açık sınır ve kontrolsüz serbest dolaşım uygulamasının faturasını ödüyor. Türkiye gibi Lübnan’ın da koşullar uygun olduğunda üzerindeki sığınmacı yükünü azaltmak, sığınmacıları barış içinde bir Suriye’ye geri göndermek en doğal hakkı. Ama yasal yollardan, gönüllülük esasına dayalı, onurlu bir geri dönüş. Lübnan’da bu koşullar ortada yok. Dolayısıyla son haftalardaki suni sığınmacı krizinden Türkiye için bir ilham aramak pek anlamlı değil.

Halihazırdaki sığınmacı krizine dair en isabetli tespitlerden birini Beyrut merkezli bir sivil toplum kuruluşu yöneticilerinden Ziyad Sayek yapıyor: “kendi devletlerinin kurbanı olan iki halk, Lübnanlılar ve Suriyeli sığınmacılar birbirine düşman ediliyor.” Fakat sorumluluk listesi Sayek’in işaret ettiği bu iki devletle, Suriye’nin kırk küsur yıllık acımasız diktatörlüğü ve Lübnan’ın kirli siyasi elitiyle sınırlı değil. 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nın tüm sorumluları bu listeye dahil. Suriye ayaklanmasını demokrasi yanlılarından çalan, ülkeye cihatçıları dolduran ABD ve Körfez ülkeleri; tek dertleri sığınmacıların kendilerine gelmesine engellemek olan, bu uğurda son günlerdeki ifşalarla boyutları iyiden iyiye gözler önüne serilen Türkiye kleptokrasisine taviz üstüne taviz veren Avrupa Birliği ülkeleri; Türkiye, İran, Rusya ve İsrail. Sezar Yasası ile Suriye’nin yeniden inşasının önüne set çeken, rejim yerine halkı cezalandıran ABD. Milyonlarca sığınmacıyı siyasi, diplomatik ve ekonomik bir koz haline getiren bir koca düzen… Geleceğin tarihçilerince bir insanlık utancı olarak mahkum edilecek kara, kapkara bir dönem…

*Beyrut Amerikan Üniversitesi