Evet direkt bir bienal var karşımızda, muhaliflerinin söyleyebileceği sözleri zaten kendisi söyleyen...

ALİ ŞİMŞEK

Evet direkt bir bienal var karşımızda, muhaliflerinin söyleyebileceği sözleri “zaten kendisi
söyleyen” bir açıklıkla

Eylül yaklaşırken İstanbul kültür-sanat dünyasını bienal heyecanı ve beklentisi sarmış durumda. İki yılda bir yapılan ve İKSV tarafından kotarılan organizasyon dünyadaki önemli sanat buluşmalarından biri haline gelmiş durumda. Her bienal eleştirileri, kızgınlıklarıyla birlikte geliyor doğal olarak. Bienal dışında kalanların, seçilemeyenlerin hoşnutsuzluklarından, aynı dönemde planlanan kontra-bienal ve alternatif platformlara uzanan yoğun bir tartışma gündemi bekliyor sanat ve kültür dünyasını denilebilir. Geçmişte küratörlerin niteliği, kim oldukları ve her şeyden önemlisi kavramsal çerçeveleri ve başlıkları epey gürültü koparmıştı.
12 Eylül-8 Kasım arasında gerçekleştirilecek , 11. Bienal’i daha da hararetli olacak; öyle görünüyor. Çünkü yenisi diğerlerinden epeyce farklı bir yaklaşım sergiliyor. Birincisi küratörtel ekip diğerlerinden farklı; ikincisi ise çok net bir Marksist tınılı önermeye sahip. Yani bienal bu yılki kavramsal çerçevesini sosyalist tiyatro yazarı ve kuramcı Brecht’in, 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası olan “İnsan Neyle Yaşar?” adlı şarkıdan alıyor. Dört Hırvat genç kadından oluşan WHW / What, How & for Whom (Ne, Nasıl ve Kimin İçin) kolektifi, Brecht’i tekrar gündeme getirerek çağdaş kapitalizm koşullarında sanatsal uğraşın rolü hakkında bir düşünme denemesine girişmeyi ve günlük pratiklerimizi, değer sistemlerimizi ve eylem biçimlerimizi yeniden değerlendirmeyi amaçladıklarını;“İnsan Neyle Yaşar?” sorusuyla WHW, Brecht’in çalışmalarına; yeniden keşfedilmesi ve yeni kuşaklara gösterilmesi gereken bir klasik olarak değil; çeşitli sanatsal pratikler ile sanata yaklaşım modelleri, önerileri ve stratejilerinin kaynağı olarak dönmeyi hedeflediklerini söylüyorlardı. Küratörlerin Brechtyen bir tiyatro gösterisiyle sundukları bildiri gerçekten çok sert ve politik önermeler taşıyor. Örneğin “bir popüler ve siyasi ajitasyon arası olarak sanat” önermesi gibi.
Küratörlere göre “Brecht’in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dahline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık olduğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor.”
SInIf gerİ dönerken
Öncelikle şunu eklemek gerekiyor: Geçtiğimiz bienallerin, kültür endüstrisi içinde profesyonel bir profile sahip “ünlü” küratörleri düşünüldüğünde, bu kez karşımızda geçmişte Komünist Manifesto’da dahil sert işler yapmış bir insiyatif var. Bu çok eleştirilen “patron” küratör anlayışından gözle görülür bir değişim demek. Diğer dikkat çekici yön ise, geçmiş Bienal temalarının 90’lı yıllarda çok gözde olan Deleuze, Derrida ve Baudrillard esinli, ortalamacı ve sol liberal “öteki, melezlik, beden, simülasyon, çokluk, kimlik,  sanallık, illüzyon, temsil” gibi, hemen her yere çekilen “yumuşak” post temalardan, direkt Marksist ve sınıf vurgulu bir söyleme geçiş. Örneğin geçmiş bienalin “Küresel Savaş Çağında İyimserlik” gibi liberal bir önerme Irak ve Afganistan savaşı sürerken, çok sert eleştiriler almıştı. Derinleşen kriz dolayısıyla uzun bir süredir Marx’ın Dönüşü ve Hayaleti’nden bahsediliyordu. Açıkçası bienal temasındaki bu “sert” dömüş beklenmiyordu. Doğal olarak da sol-sosyalist  sanatçı çevrelerinde bir tür “eleştiri çalmak” olarak da nitelendirmişti. Açıkçası 17 Kasım 2008’de yapılan basın toplantısında temayı duyduğumda ben de şaşırmış; hep sermayeye eklemlenmiş yapısı ve çok  politik söylemleri arasında gerilim yaşayan bienaller düşünüldüğünde, direkt burjuvaziyi suçlayan Marksist bir önermenin kendi altındaki halıyı çekmek anlamına geleceğini vurgulamıştım. Çünkü Brecht, Marx’dan daha sert, direkt söyleyen, çetin bir cevizdi. Benim aklıma gelen ilk Brecht cümlesi de doğal olarak “banka kurmanın yanında banka kurmak nedir ki?” olmuştu. Doğal olarak bu “gerilimli” soruya küratörler bir cevap vermemişti.
Önce ekmek sonra banka
Bugünlerde bienalin afişleri duvarlarda yer almaya başladı. Ana afişi destekleyen afişler de hazırlanmıştı. Bunlar Brecht’in iki sert cümlesini taşıyorlardı. “Önce Ekmek sonra Ahlak Gelir” gibi ya da yukarıda bankalar konusunda aktarılan Brecht’in sözü gibi. Açıkçası,  her ne kadar bu afişlerde  Bienal Ana Sponsoru Koç Holding’in logosu kullanılmasa da bu kadar direkt olanını da beklemiyordum. Evet direkt bir bienal var karşımızda, muhaliflerinin söyleyebileceği sözleri “zaten kendisinin söylediği” bir açıklıkla.
Aslında burada yatan sorun 90 sonrası güncel sanatın temel sorunlarından biri. Geçmişte hiçbir şartla söylenemeyecek, insana çok “rahat” mülkiyet düşmanı komünist suçlaması yöneltecek birçok söz bugün, sistem içinde kolaylıkla söylenebilir duruma geliyor. Elbette bunu liberal bir temenniyle olumlu bulanlar da olacaktır; ama üzerinde düşünülmesi gereken asıl yönlerde biri de, sadece söz’e indirgenmiş politikanın üreteceği kayıtsızlık. Artık Brecht’in bu politik önermesi hiçbir etki yapmıyor; sadece “jeste indirgenmiş bir muhalefet” olarak kalıyor. Evet bu bienal olabilecek en sert politik önermeye gelip dayanmış; muhaliflerinin bile sert olamayacağı kadar. Ancak “sıfır noktası” gelecektir. Ya da yeniden başlamak…

Berthold Brecht
(1898 - 1956)
Burgen Berthold Friedrich Brecht, 1898 Augsburg’da bir kağıt fabrikası müdürünün oğlu olarak dünyaya geldi. İlk şiirleri 1914'te yayınlandı; edebiyata ve tiyatroya ilgi duymasına karşın, Münih'te Ludwig Maximilian Üniversitesi'nde tıp okumaya başladı..
1924'te Berlin'e geçti, Deutsches Theatre'da Max Reinhardt'ın yanında yönetmenlik yaptı; 1924'te Marlowe'dan serbest bir uyarlama olan Leben Eduards des Zweiten vom England'ı (İngiliz Kralı II. Edward'ın Yaşamı) sahnelendi; Haşek'in Aslan Asker Şvayk'ını uyarlaması için Erwin Piscator'a yardım etti (1923); epik tiyatro üstüne görüşlerinin etkisi altında kaldığı Piscator'la işbirliği sonucunda Mann ist Mann'ı (1927, Adam Adamdır) yazdı. Yakın işbirliği yapacakları besteci Kurt Weill'la tanıştı; Die Dreigroschenoper (1928, Üç Kuruşluk Opera) adlı ilk epik operası, bu işbirliğinin verimli ürünü oldu.
Naziler'in yönetime geçmesiyle birlikte, Brecht'in oyunlarını sahneleme imkanı da kalktı; 1933'te Reichstag yangınından bir gün sonra Prag Üzerinden Viyana'ya kaçtı; Die sieben Todsünden der Kleinbürger (1933, Küçük Burjuvanın Yedi Günahı) oyununun Paris'te oynanışından sonra, Kurt Weill'la işbirliği sona erdi. 1933 yılı sonunda Danimarka'ya geçti; 1933'te Üç Kuruşluk Opera'ya dayanan Der Dreigroschennovel (Üç Kuruşluk Roman) Hollanda'da yayınlandı; 1935'te Nazi Yönetimince Alman vatandaşlığından çıkarıldı; o yıl New York'ta sahnelenen, Gorki'nin aynı adlı romanına dayanarak yazdığı Die mutter (Ana) adlı oyununu izlemek üzere ABD'ye gitti.

Acımasız soru:
İnsan Neyle Yaşar?
11. Uluslararası İstanbul Bienali’nde KP Brehmer, Nam June Paik, Sanja Ivekoviç, Hans-Peter Feldmann, Danica Dakiç ve Rabih Mroué gibi dünyaca tanınmış sanatçıların yapıtları yer alacak. Bienal’e davet edilen Türk sanatçılar ise: Nevin Aladağ, Yüksel Arslan, Cengiz Çekil, Işıl Eğrikavuk, İnci Furni, Nilbar Güreş, Aydan Murtezaoğlu & Bülent Şangar, Erkan Özgen ve Canan Şenol.
11. Uluslararası İstanbul Bienali’nde 3 ana sergi mekânında 120’yi aşkın proje sergilenecek.    11. İstanbul Bienali’nin mekânları olarak;  Fındıklı’da İstanbul Denizcilik İşletmeleri’ne ait alandaki 3 numaralı Antrepo, Tophane’deki Tütün Deposu ve Şişli’de yer alan Feriköy Rum Okulu seçildi. Öğrencisi olmadığı için 2003 yılından bu yana hizmet vermeyen Feriköy Rum Okulu. 11. Uluslararası İstanbul Bienali aracılığıyla ilk kez bir sanat mekânı olarak kullanılacak.