Hangisi daha zor acaba? Bir sevdiğinin yokluğuna katlanmak mı, yoksa o yoklukla seni baş başa bırakanın ödüllendirildiği örnekler bir kenara hiçbir yaptırımla karşılaşmaması mı?...

Hangisi daha zor acaba? Bir sevdiğinin yokluğuna katlanmak mı, yoksa o yoklukla seni baş başa bırakanın ödüllendirildiği örnekler bir kenara hiçbir yaptırımla karşılaşmaması mı?

Bu acıyla baş başa kalanların bile cevabında "zor"lanacağı bir soru. Cinayet, hapishane deyimiyle "adi"yse, failinin meçhul olmasını etkileyen başlıca faktörleri tahmin edebiliriz. "Kusursuz cinayet yoktur" düsturundan hareket edecek olursak, katilin adalete teslim edilememiş olması, nadiren katilin zekası veya kolluk kuvvetlerinin düşük IQ'sü ile açıklanabilir. Nüfuz sahibi kişi, kurum, aşiret gibi yerel iktidarın gücü ve failin bu iktidara sadakatinin ölçüsü oranında, o da galiba nihayetinde süre ile sınırlı bir koruma kollama faaliyetinden söz e-debiliriz, en fazla.

Ancak cinayet, etkileri ve sonuçları bakımından siyasi ise, failinin yargı önüne çıkarılmasının istisna olduğunu herkes biliyor. Kaldı ki bir elin parmaklarından daha az sayıdaki tersi örnekte, yargılanan tetikçinin fail olmadığını da, Faili Meçhuller Tarihi öğretti bize.

Sorun, aslında dehşetin bizatihi kendisi demem lazım, faili meçhulleri kanıksamış olmamız. Doğrudur tabii; bu tür bir cinayetin arkasındaki ilişkiler yumağını deşifre edecek kadar güçlü değiliz. Ne yapsak sonuç alamayacağımız, elde var bir gibi gözüküyor. Bu gücü kendisinde görenlerin çabalarının bir sonuç vermemesi de bir mecalsizlik yaratmış olmalı.

Sayılar ürkütücüdür, istatistikler korkutur beni. Rakamlarla konuşmak sıkar. Ama gelin yardımcı olun bana. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü'nün kayıtları, 2005 yılında 14130 faili meçhul dosyasının devralmdığmı, yıl içinde 189 dosyanın failinin bulunduğunu, 2006 yılına 14007 dosya devredildiğini söylüyor bize.

Tansu Çiller'in Başbakanlığı döneminde, 1993 yılında, neredeyse bir temel atma töreni fütursuzluğu ile açılan Faili Meçhul Sezo-nu'nda, kayıtlara 3728 faili meçhul kaydı girmiş. Anlaması kolay olsun diye her biri farklı zamanlarda farklı kişilerce işlenmiş cinayetlerin maktullerini yan yana koyup bir başından öbür başına yürüyün bakalım. Ortalama yirmi santimetre aralıkla bir metreden dört kilometreye yakın bir mesafe! Cesetler arasında bir saate yakın bir yürüyüş.

1994 yılında bu yürüyüş dört kilometreyi geçiyor. 1997 yılında beş kilometreyi...Seçimlerden önce milletvekili seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılan iki kadın aday Pervin Buldan ve Güldal Mumcu'nun bir kazaya kurban gitmemesini, ne olduğu belki tamamen kendimden menkul bir "inadına" seçilmelerini, bu nedenle çok istedim. Herkesten daha çok.

Uğur Mumcu, 1993 yılının başında öldürüldü. 24 Ocak'tı. Savaş Buldan, 1994 yılının Haziran ayında bir gün, sabaha karşı İstanbul'un orta yerinden kendilerini polis olarak tanıtan kişilerce götürüldü ve cesedi, Bo-lu'nun Yığılca ilçesi yakınında bulundu. On yıldan fazla bir zaman geçti aradan, devlet, başka binlerce faili meçhulde olduğu gibi, ikisinin de katilini bulamadı. Bu iki yıl, bu ülkede öldürülen sekiz bin insanın katilleri, aramızda dolaşıyor.

Her iki cinayeti, siyasi sonuçları bakımından aynı yere koymayanlar mutlaka olacaktır. "İki aynı şey mi" sorusunu veya tespitini benim gözümde "değersiz" kılan, iki ve benzer cinayetlerin failinin hâlâ meçhul kalmasından sağlanan menfaat birliğidir.

Buldan ve Mumcu'yu bizim gözümüzde yan yana, ele ele getiren de, bizim menfaatlerimizin birliği. Çetelerin değil, hukukun üstünlüğünden sağlayacağımız "menfaatimize düşkün" olduğumuz için, "çıkarcı biri" olduğumuz için.

Zaten herkesin seçim sonuçları üzerine konuştuğu bugünlerde, seçime ve Meclis'e atfedeceğim bir umut olacaksa eğer, Walter Benjamin'in sözleriyle, "umutsuzlar adına" olacak. Bütün ölülerimizin adına, kardeşlerimizin arkadaşlarımızın, arkadaşım Faik Can-dan'ın adına bir umut diye gözlerinin içine bakacağız bu iki kadının.

"Bu ikisi var ya" diyeceğiz, "Bunlar bu işin peşini bırakmaz, sonuna kadar giderler". Halkın on yıldan fazla bir zamanın ardından Buldan ve Mumcu'yu temsilci kılmasını, bunun için değerli buluyorum. Anlamlı buluyorum.

Yoksa "halkın e-muhtırası" değil beni heyecanlandıran. Başbakan'm seçim zaferini "halkla kutladığı" konuşmasındaki "Tek Millet, Tek Vatan, Tek..." diye bitirdiği konuşması beni korkutuyor. Bu "tek"erlemelerin tarihinin, acıyla, kanla gözyaşıyla ve evet faili meçhullerle dolu olduğunu hatırlayınca, o geniş balkonlu ve kemerli mekânda, yüksek yerden halka seslenişi, çok ürkütücü buluyorum.

İşte o zaman bu iki kadına çok daha fazla tutunmak istiyorum.