Buralarda yaşadığın zaman, bütün dünyayı Türkiye'den ibaret sanırsın.

Buralarda yaşadığın zaman, bütün dünyayı Türkiye'den ibaret sanırsın. Tartışılan incir çekirdeğine bile doldurmaz konuların, ne kadar hayati, ne kadar mühim şeyler olduğuna inanır, sen de var gücünle o meselelerin derinliklerine dalar, o derinliklerde kalem oynatır, fikrin önemliymişçesine yazdıklarına kendin inanır, başkalarının da senin yazdıklarını okuyarak feyz aldığını düşünür, bütün o aksaklıkları düzeltmek için adeta bir gladyatör gibi arenaya çıkarsın. Savulun ben geliyorum! "Siz saçmalıyorsunuz, şunları böyle yapmayın, bunları böyle yapın" diye öneriler getirir, o önerilerin dünya alem tarafında okunup ciddiye alındığını düşünürsün. Ne de olsa dünya senin ülkenden ibarettir.

Memleketten 20 gün ayrı kalıp dönünce öğrendim. Meğer Cemil Çiçek, gürlemiş; hançeresini yırtarak "hançer"den dem vurmuş... Nazım Hikmet şiirini okuyan çocuk gözaltına alınmış... Kızıltepe'de on üç yaşındaki çocuğu öldürülmesiyle ilgili soruşturmaya uğrayan polis memurları terfi etmiş... Osmanlı Ermenileri konferansı engellenmiş... Şükrü Elekdağ, "vatan hainlerinin" peşine düşmüş, birkaç tanesinin yakasına bile yapışmış.

Olmuş da olmuş. Vuran vurmuş, kıran öldürmüş. Susurlukçu eski bir polis memuru barda öldürülmüş. Memleketten uzak kaldığım 20 gün boyunca buralardan olup bitenlerden hiçbir haber alamadım. Oralarda, Cannes'da, Paris'te kimsenin bütün bu olup bitenlerden haberi yok çünkü. İki hafta boyunca, dünya sinemasının kabesinde film seyrettim. Dostlarla sinema konuştum, partilere katıldım, sabahlara kadar gezdim. Oralardan buralara bakınca dünyamızın ne kadar küçük, ne kadar dar, koca evrenin içinde ne kadar zavallı, ne kadar çaresiz, ne kadar kibirli, ne kadar burnu havalarda, ne kadar insanlıktan kopuk olduğuna şahit oldum. Kaldığım süre boyunca eloğlunun tartışma konularıyla bizimkileri mukayese ettim. Cannes Film Festivali'ne gelen gazetecilerin donanımı karşısında şaşırdım. Dünya sinemasının yaptığı filmlerle bizimkileri karşılaştırınca, kaç fersah onlardan uzak olduğumuzu gördüm. Film yapan yönetmenlerin nasıl bir kültürle donandıklarına şahit oldum. Film pazarlayan marketlerin profesyonelliklerine parmak ısırdım.

Bizim de küçük bir standımız vardı Cannes'da. Üstünde koca bir bayrağımız dalgalanıyordu. Ama içerde, oralara gezmeye gezmiş birkaç Türk turistle, bir iki sinema eleştirmeni Vecdi Sayar, Atilla Dorsay, tek oyuncu Uğur Yücel, bir iki dış alımcıdan başka hiç kimse yoktu. Son dönem filmlerimizin afişleri süslüyordu duvarları, ama filmin değerini soran hiçbir müşteri yoktu. Sadece Hintli bir alıcı gelip GORA'yı sormuş o kadar. Malımızın değeri yoktu, tartışma konularımızın esamesi okunmuyordu. Oyuncularımız yoktu oralarda, yarışma dışı gösterilen Fatih Akın'ın "İstanbul Hatırası"nı saymazsak bize ait hiçbir şey yoktu oralarda. Kürt yönetmen Hiner Saleem'in Altın Palmiye için yarışan filmi "Kilometre Zero"nun Türkiye Cumhuriyeti kimliklerini taşıyan Kürt oyuncuları Belçim Bilgin ve Nazmi Kırık dışında memleketimize ait hiçbir şey yoktu Cannes'da. Fatih Akın'ın jüri üyeliği bile Alman yönetmen olarak biliniyordu. Memlekette hiçbir şey değişmemişti dönüp gördüğümde. Sadece bir şeye sevindim, İlhan Koman'ın "Akdeniz" heykeli, Galatasaray'a taşınmıştı; meydanda durup uzun uzun seyrettim. Sanat uzundur, hayat kısadır çünkü!