Her ölüm daha çok hayatı düşündürüyor insana, galiba. Hastalıklar da öyle, ölümü çağrıştırdığından olsa gerek.

Her ölüm daha çok hayatı düşündürüyor insana, galiba. Hastalıklar da öyle, ölümü çağrıştırdığından olsa gerek. Şöyle biraz yatağa düşmeye görsün insan, gözünü tavana dikip başlıyor düşünmeye; hayatı ve anlamını...
Doğu’nun insanları; Hindistan, Tibet, Nepal ve Pakistan diye anılan topraklarda yaşayanlar, binlerce yıldır gözlerini tepeye, Sanskrit dilinde “Karların Evi” anlamına gelen Himalaya’ya (hima: kar / alaya: ev) dikerek düşündüler, hayatı ve ölümü.
Kimi bize verili sayıda bir solukla doğduğumuza ve hayatımızın söz gelimi bir milyon soluk uzunluğunda olduğuna, bir milyonuncu soluğu da alınca sonlanacağına inandı. Soluk alıp vermeyi yavaşlatarak hayatı uzatmaya çalıştı. Düşünsenize; saniyede bir soluk alıp vermek yerine beş saniyede bir solursanız, ömrünüzü beşe katlayacaksınız!
Peki, katlayacaksınız da ne olacak? Gerçi, bir ölümlü için kısa ve anlamlı bir hayatı uzun bir hayata tercih etmek hiç kolay değil. Ama, neyse ki, belki de iyi ki, Himalayaların eteklerinde ölümsüzlük otunu arayan Doğulu keşişler başarılı olamadılar. Hiç birimiz bilmiyoruz, ne zaman çekip gideceğimizi bu dünyadan. Bu bilememezlik, aslında, daha kolay kılmalı; anlamlı ve ardında iz bırakan bir hayat yaşamayı.
Geride büyük ve iyi izleri devrimciler bırakıyor ancak. Geniş toplumsal kesimlerin yaşamında ciddi değişimler yaratan devrimciler, iyiye ve güzele doğru! O büyük dönüşümler için, bir devrimcinin onlarcasını, yüzlercesini, binlercesini daha ikna etmesi gerekiyor. Zor iş!
Zor ama, bir yolu olmalı. Başaranlara bakınca, bir yolu olduğu da görülüyor zaten. Galiba, ilk adım “kötücül” biri olmamakla atılıyor. Başkalarının, ötekilerin, insanlığın iyiliğini istemeden devrimci de olunamıyor.
Terzani’nin “Atlıkarıncada Bir Tur Daha”sında okuduğum bir öykü vardı: “İki keşiş su birikintileri ile dolu, çamurlu bir yolda yürümektedir. Ansızın karşılarına güzel bir kız çıkar. Üstü başı pek şık ve temiz olduğu için su birikintilerine basmak istemez güzel kız. Keşişlerden biri kızı kucağına alır ve karşıya geçirip temiz yere bırakır. Öteki, akşama kadar zor tutar kendini. Akşam uyumak için geldikleri tapınakta ‘Biz keşişiz ve kadınlardan, özellikle de genç ve güzel olanlarından uzak durmalıyız. Hele onlara el sürmek son derece tehlikelidir. Neden yaptın bunu?’ der, arkadaşını suçlayarak. ‘Ben o kızı su birikintisinin karşı tarafına bıraktım’ diye yanıtlar suçlanan keşiş, ‘oysa görüyorum ki, sen onu buraya kadar taşımışsın’.”
Arkadaşını suçlayan keşişten asla bir devrimci olamaz, bence. O kötücül biri...
İşin bir sırrı da, yaşamadığımz hayatları vaaz etmemekte. Paylaşmadan paylaşmayı, dayanışmadan dayanışmayı, yardım etmeden yardımlaşmayı, çalışmadan çalışmayı öğütlemek ikna edicilikten o kadar uzak ve sahte ki... İnsan, illa da bir devrimci, en önemli mesajı yaşadığı hayatla veriyor, bu kesin!
Doktorların “Yeme ölürsün” demelerine karşın, durmaksızın şeker yemeyi sürdüren bir çocuk vardır. Anne, son umut olarak, belki ikna eder diye Gandhi’ye getirir oğlunu.  Gandhi onları dinler ve “Şimdi elimden birşey gelmez. Bir hafta sonra yeniden gelin” der. Geri geldiklerinde, Gandhi çocukla konuşur ve gerçekten de çocuk bir daha şeker yemez. “Gandi-ji bunu nasıl başardın?” diye sorar müritleri. “Basit” der Gandhi, “Bir hafta boyunca ben de elimi şekere sürmedim, çocukla konuşurken şeker yememenin ne demek olduğunu bildiğim için inandırıcı oldum.”
Vurulmadan kısa süre önce hayatının mesajının ne olduğunu soranlara; “Hayatım, mesajımdır!” der Gandhi. O’nu büyük bir devrimci yapan budur.
Hıncal Uluç yazmıştı: Küba’nın iki ihraç maddesinden biri olan puroyu Kübalılara yasaklar Fidel, daha çok satabilmek için. Bir gün kendini yakalar; gizlice puro içerken. Utanır. “Ulan Fidel” der, “Halkını kandırmak sana yakışıyor mu? Kennedy’den ne farkın kaldı o zaman?”. Halkından istediğini kendi yapar; purosunu bir daha yakmamak üzere söndürür.
Mesajı hayatı insanın... Ve galiba, uzun ya da kısa değil, mesajlarımızla uyumlu hayatlar yaşamak iz bırakan!