Festus Okey'in Beyoğlu Emniyet Müdürlü-ğü'nde "bir polisin belinden silahını almak isterken aletin ateş alması" üzerine ölmesi,....

Festus Okey'in Beyoğlu Emniyet Müdürlü-ğü'nde "bir polisin belinden silahını almak isterken aletin ateş alması" üzerine ölmesi, büyük basında bile yer aldı, biliyorsunuz.

Silahı ateş alan bir polisin olduğu yerden meseleye bakmak hiç aklıma gelmediği için, daha yaratıcı hangi senaryo yazılabilir, doğrusu düşünmedim. İnandırıcılık iddiası bir yana, en azından artık tiyatro oyunu yazan mensuplarına, şiir yazıp dergi çıkaran elemanlarına sahip, ayrıca iyi kötü PR kaygısı olan bir kurum, daha zeki, daha yaratıcı olamaz mı, diye düşünüyor insan. Belli ki yeni bir anayasa tartışmalarının eşiğinde bile, buna ihtiyaç duyulmuyor.

70'li yılların ikinci yarısından bu yana bir şekilde seyrettiğim bu dizi filmde, gözaltındaki şüpheliler, genellikle aniden "psikolojik buhrana girer", açık bulduğu camdan atlayıverirdi. Gerçi "akıllı adamlar" olmadığımız bizce de malumdu. Gel gelelim, kalorifer peteklerine kafamızı vura vura bu hayattan gitmek de istemezdik.

Bu kadar kaba saba, ortalama bir zekayla bile alay etme cüreti bulabilen bu küstahlığın arkasında, üstümüze salınan korkunun çok önemli bir payı var kuşkusuz. Osmanlı'dan hemen hemen aynı temel kurumları almış siyaset etme anlayışımızda korkuya başrol, rızaya da ufak tefek figürasyon verildiğinden, kolluk kuvvetlerinin kendini bu kadar fütursuz hissetmesi, çok doğal. Zaten "kolluk kuweti"nin kırık kolunun yen içinde kalması değil mesele. Bu tür kurumlarda tanımı olmayan şey, bizzat kolun kırılması. Dolayısıyla geleneksel olarak, kırık bir kol için düşünülmesi gereken tedbirlerin bu kadar az çeşitliliğe sahip olmasında da, bu "özgüven" duygusu var.

Nitekim gözaltında veya cezaevindeki ölüm vakalarında "resmi açık(ama"ya tenezzül bile edilmezdi. Yirmi yedinci yılını arkada bıraktığımız 12 Eylül döneminin temel karakteristiği mesela, bir karakol komiserinin veya nöbetçi astsubayın "bizde değil" beyanından ibaretti. Teslim etmek gerekirse, zamanla bu jargon, biraz değişti. "Resmi açıklama"lar yapılmaya başlandı. Ama işte sonuçta, zaman içinde bu açıklamalarda bir iki sözcükle yer ve zaman değişti. A1, A 2 formu filan gibi. Kaç on yıldır aynı şarkı dinletiliyor. Eni konu bu da ayrı bir "işkence" doğrusu. İşte bütün bu resmi açıklamalarda, bizi en küçük bir inandırma zahmetine girmeyen bu dilin, kendini sadece korkutarak var ettiğini sanmıyorum.

Onları zahmete sokmadan inanan bir kamudan söz ediyorum. Sadece kendisini zor gücüyle ifade eden kurumların değil, devlet gücünü kullanan diğer kurumların da karşısında kendini zayıf, çaresiz hissetme halinin başka bir şansı var mı, bu da ayrı bir soru. Siyasi kültürümüzde, kurumların varlığı, önceliği; o kurumların ilişki kurduğu veya onlarla ilişki kuran kişilerin üzerinde olduğu için, hatta kişilere rağmen olduğu için, "kurumların bekası", bu ilişkiyi açıklayan temel bir kavram oluyor. O kurumlarla varolmuş bir toplum, o kuruma yönelen en küçük bir eleştiriyi, kendi varlığına yönelmiş bir tehdit gibi algılıyor.

"Müesseseleri yıpratmamak lazım" lafının, bir retorik olmasının ardındaki güç, bu varoluştan besleniyor. Müesseseleri yıpratmamak, sadece bizden talep edilen bir şey değil, bizzat bizim, büyük bir azimle, hatta şiddetle koruduğumuz bir "değer".

0 nedenle Kasımpaşa esnafının, tam böyle miydi emin değilim ve hiç de önemli değil, "polise kalkan eller kırılır" benzeri bir pankartla Beyoğlu Emniyetinin önünde gösteri yapmasını, mahallenin polisiyle iyi geçinmek gibi "esnafça" bir gayretin ürününden ibaret görmüyorum. Bunu teşvik eden, hatta yönlendiren, maniple eden bir zihniyetten kuşkulanacak kadar "komplocu" olmayı, "sağlıklı" bulduğumu bile söylemeliyim. Yine de ben, bizdeki bu "laf söyletmem" refleksinin altını çizmek istiyorum.

Biz, derken ne dediğim besbelli. Çünkü bizim de, "laf söyletmeyeceğimiz" kurumlar var. O kurumları hedef alan kimi eleştirileri küfür olarak algılayacak kadar dar bir algı tehdidiyle yaşıyoruz. Bazen de gerçekten o küfürleri sahipleriyle baş başa bırakabilecek bir rahatlıkla ya-şayamıyoruz, bir türlü.

Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nün önünde pankart açan esnafın resmine bakarken, neden böyle çok uzaklara dalıyoruz, düşünmüyoruz bile.