Yazıya adını veren cümle, bir grup “Müslüman”ın ülkenin geri kalanına yönelik kurmuş olduğu bir uyarı cümlesi olsa da ve “Kutlayamaz, izin vermeyiz” gibi bir anlam taşısa da, evet doğrudur, Müslüman Noel kutlamaz. Bırakın Müslümanları, Müslüman ya da dindar olmayanları da katarak söyleyelim, Türkiye toplumunun 25 Aralık günü İsa’nın doğum gününü kutladığı hiç görülmemiştir.

Görülmemiştir ama Müslümanların da dahil olduğu ve hiç de azımsanmayacak bir toplam, yeni yılın gelişini, yani yılbaşını kutlar. 31 Aralık akşamı ya dışarıya eğlenmeye çıkılır ve “Dağıtılır” ya da evlerde mükellef sofralar kurulur, yılbaşı programları izlenir, Milli Piyango çekilişi heyecanla beklenir, nostalji olsun diye tombala oynanır, hediyeler alınır, hediyeler verilir. Haftanın beş-altı günü köleler misali çalışan kitleler için hayatın hırgüründen bir geceliğine uzaklaşma, “felekten bir gece çalma” fırsatıdır yılbaşı aslında ve sonuna kadar insani, sonuna kadar masumdur bu nedenle.

Peki o halde bu “Noel teyakkuzu” nereden çıkmaktadır? Bir grup “endişeli Müslüman”ın her sene yılbaşı yaklaşırken diğer Müslümanları Noel’i kutlamamaya çağırmasının, eylem yapmasının, Noel Baba maketi yakacak kadar kendinden geçmesinin “esbab-ı mucibesi” nedir, ne olup bitmektedir tam olarak?

Siyasal İslam, bir politik aktör olarak sahneye çıktığı andan itibaren, kendini modernleşmenin/Batılılaşmanın sembolleri ve ritüellerine yönelik düşmanlık üzerinden ifade etmiştir. Bu bağlamda yılbaşı eğlencesi, bir İslamcı açısından “modern ve Batıl(ı) olan”ın kusursuz olarak somutlaştığı bir “an”dır. Kadın-erkek bir arada eğlenilen, içki içilen, dans edilen, kumar oynanan (piyango çekilişi) ve fuhuş yapılan (gecenin sevişmeyle tamamlanacağına dair İslamcı fantezi) bir “günah gecesi”, kolektif bir “ahlaksızlık” edimidir söz konusu olan çünkü.

Ancak mesele basitçe bununla sınırlı değildir. Yılbaşı, İslamcıların Türkiye’nin modernleşme/Batılılaşma serüveninin adı olan Cumhuriyete yönelik husumetlerinin somutlaştığı bir gündür de aynı zamanda. Buna göre Kemalistler, Cumhuriyeti kurduktan sonra hicri takvimin yerine miladi takvimi getirmişler, yani İslam’ın peygamberinin Mekke’den Medine’ye göç etmesini değil, İsa’nın doğum gününü başlangıç alan bir zaman çizelgesine geçmişlerdir. Bu ise Cumhuriyetin Müslüman bir milleti İslam medeniyetinden koparıp nasıl Hıristiyan/Batı medeniyetinin bir parçası yapmak istediğinin en önemli göstergelerinden biridir. Dolayısıyla “yılbaşına direniş”, modernleşmeye, Batılılaşmaya ve onun Türkiye’deki serüveninin adı olan Cumhuriyete yönelik bir direniştir de aslında İslamcılar için.

Yılbaşına verilen tepki İslamcılığın “temel çelişki”yi ne olarak gördüğünü de ortaya koyar aynı zamanda. İslamcılık açısından yılbaşı, ne kapitalizmin tüketim çılgınlığı perspektifinden ne de örneğin “kültürel emperyalizm” zaviyesinden eleştirilir. Esas mesele yılbaşı vs ritüellerin Müslümanları Müslüman kimliklerinden uzaklaştırması ve yozlaştırmasıdır; yani esas çelişki zenginlerle yoksullar, ezenlerle ezilenler arasında değil, Müslümanlarla geriye kalanlar arasındadır.

Tüm bu anlattıklarım İslamcıların kanaat önderleri, yazarları-çizerleri ya da endoktrine olanları için geçerlidir. Peki onların ilan ettiği “yılbaşı teyakkuzu”na iştahla dahil olan sıradan insanlar için bunun nasıl bir anlamı vardır, bunun kaynağı nedir? Bu soruya yanıtın, (bir köşe yazısının sınırları içerisinde hareket ettiğimizi unutmadan) Nietzsche’nin kullanmış olduğu bir kavramdan yola çıkarak yanıt verilebileceğini düşünüyorum: Hınç kavramından. Nietzsche elitist bir filozof olarak, hıncı “sürü ahlakı”nın bir göstergesi olarak görür ve ondan “sürüden olanlar”ın/alttakilerin kendilerinden daha güçlü, daha zeki, daha üstün olanlara yönelik reaksiyonu şeklinde söz eder.

Nietzsche’nin hınç dediği şeye biz, Marksizm içerisinden bir yorum getirerek, “bilinçsiz sınıf bilinci/sınıf kini” diyebiliriz. Yoksul kitleler, yoksulluklarının “gerçek” sebebini teşhis edemediklerinde, zenginlere değil, zenginliğin ifade ediliş biçimine yönelik bir öfke biriktirirler. İşte yoksulun Cumhuriyet balolarından yılbaşı kutlamalarına değin uzanan öfkesi, doğrudan yoksulluğu yaratan şeyin kendisine değil de, bunu ifade ettiği düşünülen yaşam biçimlerine, sembollere ve ritüellere yönelik “sezgisel” bir sınıf kininin somutlaşması olarak da görülebilir aslında.

Siyasal İslam, bu coğrafyada yoksulların öfkesinin manipüle edilmesinin en büyük aracı ve sezgisel/bilinçsiz sınıf kininin bilinçli sınıf kinine dönüşmesinin önündeki en büyük engeldir, bu nedenle de faşizmin ta kendisidir. Yoksulluğun olmadığı bir dünya mücadelesi ile faşizme karşı mücadeleyi birbirinden ayırmak ise dün mümkün olmadığı gibi bugün de mümkün değildir.