Ülkemizi biliyorsunuz. Karpuz gibi her konuda ortadan ikiye yarılmış, vatandaşları tarafından ya siyah ya beyaz: ya sev, ya terk et; ya vatansever, ya vatan haini olduğunuz harika bir memleket.

İktidarsanız işler biraz daha kolay. Dün ne kadar hurma yerseniz yiyin, bugün gelir “Ya ben onları kuyu kayısı sanmıştım” deyip, tüm sorumluluklarınızdan kurtulabilirsiniz. “Küçüğün rızası” diyebilen ve cemaate yıllarca övgüler düzen adalet bakanınız bile olabilir. Hatta “Ne istediler de vermedik?” deyip, “Hiç kandırılmadık” dedikten biraz sonra “Kandırıldık” diyebilir, kendi tipinizde her şeye kendi kendine bakan bir sisteme doğru evrilebilirsiniz.

Ülkenin durumu aslında başka ülkelerle karşılaştırılınca daha acı bir şekilde ortaya çıkıyor. OECD ülkelerinin refah, huzur, gelir ve çeşitli diğer bileşenlerini karşılaştıran Oecdbetterlifeindex endeksine baktığınızda Türkiye’nin yeri tüm grafiklerde neredeyse ya en altta, ya da en üstte oluyor. Maalesef altta olmanın ve üstte olmanın kötü olduğu alanlar bunlar. Örnek olarak: Gelir, hayattan tatmin olma, çalışma / hayat ilişkisi, eğitim ve daha neler neler…

Tabii ki bunları görebilmek ya da fark edebilmek için bulunduğumuz atmosferin dışına çıkabilmek gerekiyor. Bebekliğinden beri bu hayatı yaşamış bir birey, dünyanın ve yaşamın gerçekliğinin Türkiye’de karşılaştığı gibi olduğunu rahatlıkla düşünebilir. Renk körü bir insanın göremediği renkleri görememesini düşünmek gibi bir durum bu. Yani eğer bizim memlekette hayatınızı geçiriyorsanız, sokakta yürüyüş yapan insanlara polisin saldırmasının gayet doğal olduğunu düşünmeniz çok normal. Çünkü başka bir türlü hayat görmedik. Ya da AYM kararlarına uyulmaması sizi çok şaşırtmaz, çünkü zaten uyulmuyor. Ya da heykellerin gözaltına alınması, üniversite kapılarına kelepçe vurulması gibi standart prosedürler sizi çok şaşırtamaz. Hayatın doğal akışı çünkü yaşadıklarınız kadar.

***

İnsanlık ve medeniyet yolunda frenleri patlamış kum yüklü bir kamyon gibi yokuş aşağı giderken, zaman içinde hayata tutunmak adına farklı refleksler geliştiriyoruz. Öncelikle bizim gibi olmayana kötü gözle bakıyoruz. Bize benzemeyeni ya da beğenmediğimiz her şeyi dışlıyor, düşman ilan ediyoruz. Çünkü böylesi çok daha kolay. Herkesin huzur içinde yaşadığı bir hayata hiç tanık olmadığımız için, bir yandan da çok normal. Kalitesiz yaşantılarımızın sorumlularını sorgulamak yerine, istemediğimiz onaylamadığımız her şeyi suçlu görüyoruz. Kamyonun direksiyonunda kimin olduğuna bakmayıp, gittiğimiz kötü yola kızıyoruz. Oysa ki yıllardır maalesef ne emniyet kemeri takıyoruz, ne aracımızın bakımı yapılmış, ne lastiklerinin havası kontrol edilmiş bir şekilde, Taksim’den turist alıp kazıklamak için temsil ettiği tüm değerler üzerine yeminler etmiş bir sarı öfke şoförü tarafından kullanılan bir araçta neden olduğumuzu sorgulamıyoruz. Zaten ağzına kadar dolu ve havasız olan araca her durakta yeni yoldu almak isteyen açgözlü şoföre kızmak yerine, kendimize yeni hedefler, yeni düşmanlar bulup, binmeye çalışan yolculara tekme tokat girişiyoruz. Çünkü böylesi daha kolay. Kimse de “Şoför bey ne yapıyorsunuz, araç hınca hınç dolu, alma artık yeni yolcu” demiyor. Şoförün de umurunda değil zaten.

Bakalım bu havasız ve tahammülsüz yolculuk nereye kadar gidecek? Ne zaman insan gibi yaşamanın da bir alternatif olduğunu fark edeceğiz? Bence bu kısım biraz moral bozucu. Bu gidişle aynı minibüste, kum dolu kamyonda, tıkabasa dolu kalitesiz otobüslerde, trenlerde hayatımızın sonuna kadar, nereye gittiğimizi bilmeden devam edeceğiz. Biz bunları yaşarken şoförler, aileleri, tanıdıkları, eşleri, dostları, kardaşları ise vazgeçemedikleri koltuktan ısıtmalı aşırı lüks araçlarıyla yanımızda geçerken bizlere bile bakmayacak.

-Müsait bir yerde inecek var.