Erdoğan’la Peres bu konuda aralarında anlaşamasalar da İsveçliler, Gazze’de savaşın bittiğine inandırılmış durumda. Filistin’de ölümler durduğundan, çok sevilen Obama da...

Erdoğan’la Peres bu konuda aralarında anlaşamasalar da İsveçliler, Gazze’de savaşın bittiğine inandırılmış durumda. Filistin’de ölümler durduğundan, çok sevilen Obama da koltuğuna oturduğundan, İsveç, kendi iç meseleleriyle baş başa kaldı. Ekonomik krize bağlı olarak, işlerin o kadar da iyi gitmediği İsveç’te, gündem uzunca bir süredir Gazze’ye ve Obama’ya endekslenmişti.

Uluslararası sular durulanca İsveç medyası ülke içi haber akışına kaldığı yerden devam etmeye karar verdi. Dünyada yaşanan ekonomik krizin İsveç’e yansımaları manşetlere her zamanki gibi temkinli temkinli taşındı. İsveç’te krizden çok, kriz korkusundan korkuluyor. İçinde bulunulan finansal krizin ‘satın almayı’ korkutmaması için “İşler yolunda canım, akmasa da damlıyor” havası oluşturuluyor.  Yine de satır aralarında vatandaşın gittikçe artan kızgınlığı gazete sayfalarına yansıyı veriyor.

Devlet, ekonomik krizi bahane ederek sosyal güvenlik harcamalarında kısıntıya giderken vatandaşın, cebine giren parayı gönlünce harcaması gerektiğini salık veriyor. Kuzey ülkelerinin yatıp kalkıp en güzeli biz de var dedikleri “sosyal devlet” modeli İsveç‘de değişime uğruyor. Bu değişim de şu sıralar ekonomik kriz gerekçesiyle oldukça sert yaşanıyor.

İsveçlilerin çok övündükleri sosyal devlet modeli, öylece kendiliğinden, onlara, hediye edilmemiş. 19’uncu yüzyılın başlarında İsveç’te başlayan sanayileşme el sanatlarına dayalı iş kollarını ve toprağa bağlı üretimi kısıtlamış. Kırsaldan, fabrikalarda çalışmak üzere kentlere göç gerçekleşmiş. Çalışma koşullarının çok ağır olması, işçi güvenliğinin olmaması, sosyal reform taleplerini doğurmuş. Sıradan vatandaşın, toplumdaki durumunun giderek kötüleşmesi sosyal sigorta anlayışını getirmiş. Ancak, şartlar, 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru olgunlaşmış. İnsanların bir araya gelerek, ihtiyaçları olduğunda yardım alabilecekleri Hastalık Yardım Kasaları adı verilen dernekler kurulmaya başlanmış. İlk olarak da 1931’de bu dernekler devlet tarafından tanınmış. 1955’de de bugünkü anlamda devletin kontrolünde olan Sigorta Kasası devreye girmiş.

Türkiye’deki Sosyal Güvenlik Kurumu’na denk sayılabilinecek Sigorta Kasası’nın açılmasıyla gönüllü üyeliğe dayalı olan dernek yapısından vergi ve harçlarla İsveç’te yaşayan herkesin sigorta kapsamına alındığı bir düzene geçilmiş.

Yaklaşık yüz yıl boyanca İsveçlilerin dedelerinin dedelerinin uğraşıp oluşturduğu Sigorta Kasası, bugün torunlarının elinde tırpanlanıyor. Bir çalışanın hastalık durumunda işten ayrılması gerektiğinde hayatını devam ettirmesi için alması gerektiği ücretin ödenmesinden tutunda, çocuk sahibi olan ailelere anne baba parası ödenmesine, çocukların diş hekimi masraflarının karşılanmasına kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsayan bu kurum, hükümetin yeni direktifleriyle son yıllarda kasanın ağzını sıkı tutmaya başladı.

Bu kuruma başvuru yapıp olumsuz cevap alanların sayısı artıkça da İsveç basınına haber çıkıyor. Çünkü kurumun ofislerini basıp gösteri yapanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Öyle ki kurumun güvenlik müdürü, geçen hafta basına verdiği demeçte, 2001 yılında yaklaşık 30 tehdit ve şiddet olayıyla karşılaşan kurum çalışanlarının, geçen yıl 240 olayı rapor ettiklerini duyurdu.

Üzerine gaz yağı döküp Sigorta Kasası’nın ofislerini basıp “Kendimi yakarım” diyenler, ‘ödeme yapılmayacak’ cevabını alınca kurumdaki memurun yakasına sarılanlar ve sandalye, masa kıranlar artıyor. Dış haberlerden yer kalırsa da bu gösteriler gazete sayfalarında haber oluyor.

Bizde köyden gönderilen iki çuval bulgurla sürdürülen sosyal güvenlik ve ekonomik krize karşı devletin aldığı ciddi önlemler paketi, İsveç’te işleyecek gibi değil. Tam da bu noktada benim İsveç Başbakanı Reinfeldt’ten beklentim, Erdoğan’dan boşalan, İsrail, Filistin arasındaki kalıcı barışın sağlanması için arabuluculuk koltuğuna oturması. Çünkü siyasette esas ‘kaçış’ noktası kendi sorunlarını çözemiyorsan önce komşununkini çöze dayanıyor.