Kapı çaldı, Varlık dergim geldi. Ne yazsam diye düşünüyordum o sırada. Hemen dergiye el attım (aslında kardeşim hatırlattı). Şairin Hikâyesi’nin şairi kim acaba? Cahit Irgat’mış. Erol Gökşen; Gülten Akın ve Oktay Rifat’tan sonra onu seçmiş. Hikâyenin adı “Kambur”. Cahit Bey esasen şair ve aktör olarak bilinirdi. Oysa roman ve hikâyeleri de vardır. Gökşen “Kambur”un onun ilk hikâyesi olduğunu düşünüyor. Anlatıcısı, mahpushanedeki bir arkadaşını, doğurdu doğuracak hamile karısı ve arkadaşlarıyla ziyaret eden bir adam. Mahpusta koşullar kötü, hava berbat olduğu için suyu gelen eşi hastaneye yetiştirmekte zorluk çekiyorlar. Sonunda da yazar, akşam vakti “Son Saat” satan çocuğu, “Sil burnunu öyle sat gazeteleri” diye azarlıyor. Kambur çocuktan cevabını da alıyor. Böylece mahpushane koşullarının ardından sokak çocuklarının durumu ile de karşı karşıya geliyoruz. Zaten Irgat’ın “hikâye kişileri” kötü durumdaki insanlardır daha çok.

İleriki yıllarda Irgat’ın adı daha çok ikinci eşi Cahide Sonku ile olan çalkantılı ilişkisi nedeniyle anılacaktır. Ama ben onun adını ilk evlilik yıllarında duymuş, şiirlerini (büyük ihtimalle gene Varlık‘ta) okumuş, kendisini o sıralarda sahnede görmüş, yıllar boyu da sinema filmlerinde izlemiştim. Çok da beğenirdim.

***

“Kambur”da kocası ve onun arkadaşlarıyla hapishanedeki arkadaşı ziyarete giden hamile eşi ise tanımıyordum, adını duymamıştım. Daha doğrusu, sonraları duyacaktım da, artık ayrılmış oldukları için kendi soyadını kullandığından, arada bir bağ kurmak aklıma gelmemişti. En sevdiğim hocalarımdan, insanlarımdan biri olan canım Mina Urgan’mış oysa. İlk tanıştığımızda (YKY’ye yaptığı düzeltileri götürmüştüm evine), “Ben sizin öğrencinizdim hocam,” demiştim. “Olamaz!” demişti. “Öğrencim olsan mutlaka hatırlardım”. “Görmediniz ki,” demiştim. “Devamsızlıktan atıldım.”

Ama çok gönlüme yakın bir şair olarak bildiğim Mustafa Irgat’la bu bağı kurmuştum. Zaten bence babasına benzeyen bir fiziğe de sahipti. Onun gibi aksiydi, dışarıya kapanıktı. Mustafa, Cahit beyin hapishane ziyareti sırasında doğmasına ramak kalan, sonra da Erol Gökşen’in Varlık’taki “Şairin Hikâyesi 3: Cahit Irgat”ta söz ettiği Mustafa’ydı:

Gökşen, “1949 yılında “Rüzgârlarım Konuşuyor” kitabından ötürü uğradığı kovuşturmada 2 ay hapishanede kalan Irgat’ın “Oğlum Mustafa’nın Bu Neleri” başlıklı şiirinde” diye başlayıp “Kambur”dan da bahsediyor. Mustafa Irgat benim için ise arkadaşlarımın arkadaşı olan, ama Yapı Kredi Yayınları’nda ikimiz de editör olarak çalışırken (Ahmet Cemal ve Selâhattin Özpalabıyıklar da vardı. Vay ki vay!) bir nedenle, daha yakınlaştığımız şairdi. O neden de gene Mina hocamdı. Çevirileri okuyup uyarıyordu, bazen düzeltiyordu. O sıralar Mustafa ile dargınlarmış, ben bilmiyordum. Ama aklı benim elimden geçen bu ‘edisyon’larda kalan Mustafa, “Sen şunları sonra bana ver de bir bakayım,” derdi asık suratla. “O artık bunamıştır.” Bir nevi dargın evlat sitemi işte. Yoksa Mina Urgan akli melekeleri hiç etkilenmeden öldü. Yaptığı düzeltmeler/uyarılarda da hata yoktu. Okunması pek güç, örümcek ağı gibi yazısı sayılmazsa…

Ama benim hafızamda bir Irgat daha var: Arkadaşım, bir dönem Moda’daki evlerine hayli sık gittiğim, edepsiz kedim Marmo’yu onlara verdiğim sevgili Zeynep Irgat!

Erol Gökşen bu arada şairin diğer hikâyelerinin önümüzdeki aylarda KırmızıKedi’den yayınlanacağını da müjdeliyor. “Oğlum Mustafa” vesilesiyle hayırlı bir haber!