Okul “başkasıyla" bir arada olma yeridir

Bana bir psikiyatr olarak “uzman görüşü” sorulduğunda çoğu zaman içimden bir şey söylemek gelmiyor, söylediklerimin açıklayıcı gücünün abartılması endişesi ile tutuklaşıyorum. Ruh sağlığı ve insan gelişimi ile ilgili klinik durumları iyileştirme ve önleme amaçlı üretilmiş bilgilerimizin özellikle gündelik ve toplumsal hayatla ilgili konularda salt bir “sınırlama” (“onu yapma, bunu etme”) aracı olma potansiyelini taşıdığına dikkat etmeliyiz. Birçok konuda ruh sağlığı alanında üretilmiş bilime ve deneyime dayalı görüşlerimiz tek başına toplumsal durumları açıklamaya yetmeyebilir. Nitekim Freud, Fromm ya da Marcuse gibi yazdıklarıyla dönüştürücü etkisi olanlar, “düşünür” rolleriyle klinik sınırlarının dışına çıkmış, hayatı, dünyayı açıklama ve değiştirme çabasına girmişlerdir. 

2014’de kızlarla erkekler aynı yerlerde olmasın tartışmalarından birisi daha açıldığında konuya ilişkin görüşlerimi yazmışım. Bu konunun salt bireyin ruh sağlığı üzerinden tartışılmasının yetersiz olduğu, toplumsal gelişimin yönü ve belirleyicilerinin göz önünde tutulması gereği kanısını muhafaza ediyorum. İnsan gelişimi ve toplumun evriminin yönü açısından baktığınızda toplumsal değişimin ürünü olan bir uygulamayı kaldırmaktan ziyade ruh sağlığına ya da gelişime dönük risklerini azaltıp, yararlarını artırarak yola devam etmek insanlığın şimdiye kadarki “düşe kalka siyaset”i oldu. 

Aklımın erdiğince bir örnek vereyim, kapitalizmin ruh sağlığına zararını önlemek için feodalizme dönmediğimiz gibi… Bu tarihin ve gelişimin tek tek insanlarca belirlenmeyen bir “yönü” olduğu “ilerlemeci” teorik zemininde bir görüş. Geriye gidişler ile ileri hamleler arasındaki çekişmelerin en azından on yıllara yayıldığını düşünürsek, bu yazıda içinde olduğumuz “zaman noktacığı”nın ötesine geçmeye kendimizi zorlamak amacını gütmüştüm. 

Bu tartışmanın bir başka ucu anne-babalar ile kamusal otorite arasında eğitim/okul (örneğin, Karma/tek cinsiyetli eğitim, uzaktan eğitim, din eğitimi, bilim eğitimi, eğitimin dili ya da okula başlama yaşı) ve sağlık (örneğin, aşılama, ruhsal bozuklukların belirlenmesi, gebelikten korunma, tedavi kararları) gibi alanlardaki hassas konularda görüş farklılıkları olduğunda kararların nasıl verileceğine uzanabilir. Kamusal otoritenin bilimin sesini dinlemek ya da çocukların ruh sağlığını gözetmek gibi ilkelerle hareket etme iyi niyeti de olabilir. Ama son 25 yıl içinde okula başlangıç yaşının erkene alınıp alınamayacağı ya da eleyici sınavların ne zaman yapılacağı gibi konularda yazdıklarımda ve meslek örgütlerimizin duyurularında bilime dayalı bir perspektifler ortaya konduysa da “siyaset”in etkisinin (yetkisinin ve sorumluluğunun) tersi yönde işlediğini, öngörülen risklerin azaltılması için görünür bir şey yapılmadığını gördüm. Belki iyi niyet de yetmiyor. Sonuçlardan öğrenmeye açık, hatalarına ilişkin geribildirimleri alan sistemlerin iyi işlemesi beklenen demokratik düzenlerde iyi niyetin insafına kalmamak mümkün.

Yuva çocukları doğum günü partilerine arkadaş çağırdıklarında kız erkek ayrımı pek yapmazlar. İlkokul sıralarında ilerledikçe, bırakın doğum günlerini, teneffüsler bile öteki cins’ten uzak durma eğiliminin etkisi altına girer. Erkeklerin kızlara, kızların erkeklere yaklaşımı neredeyse “baş-düşmanca” bir nitelik alır. Kızlı erkekli olmaya zorlandıklarından şikâyet eden, kızlar ya da erkekler olmasa hayatın ne güzel olacağının hayalini kurmaya başlayan çocuklar evdeki “öteki” cinsten kardeşlerine de diş bilerler. 

Kadınlar ve erkekleri sosyal hayatta ayırma, ayrı tutma girişimlerinin kökenini bu ilkokul çocuğu naifliğinde aramak beyhude olur. Kızlarla erkeklerin yan yana olmasının “ateş ile barut” misali tehlikeli sayılması bir “eşitlikçi ötekileştirme” değildir. Erkeklerin ilan ettiği ve annelerin önemli bölümünün varlığını doğruladığı tehlike ve bundan duyulan “rahatsızlık”, genellikle de “kızın iyi, ama çevrenin kötü” olduğu varsayımına dayanan genç kızları erkeklerden koruma demagojisi ile meşrulaştırılır. Siyasi görüş ya da dinî inanca bakmaksızın her çevrede kabul görür. Bu endişenin bir güncel gerçek payı taşıdığını gündelik hayatın içindeki cinsiyetçi şiddet adeta kanıtlar. Kızların (çocuklukta) erkeklere benzer sınırlamalarla sokağa çıkmasını, erkeklerle aynı mekânı paylaşmasını önleme yolları üzerine kafa yorulur. Şiddeti uygulayanlar ve meşrulaştıranlar “unutulur”. Belki gizliden gizliye hissedilen çaresizlik ile başa çıkmak yerine teslimiyet ağır basar. 

Türkiye’nin değişik yörelerinde annelerle-babalarla yapılan güçlendirme çalışmalarında değişik biçimlerini duyduğum bir örnekte olduğu gibi, “evde sulu köfte yapıldığında, ortaya gelen yemek tenceresinin etrafına toplanan ailenin erkek çocuklarının köfteleri yiyip, kızların yemeğin suyuna ekmek bandığı” bir düzende büyüyüp ileride kendi çocukları için farklı bir yaşam düzeni kurabilen geçmişin kız çocukları, nasıl olup da “akışa” teslim olmadıklarına kendileri de şaşarlar.

Gazete haberlerine baktığınız anda sahiden erkeklerden korunmak gerektiğini düşündürecek tehlikeli bir ortamda yaşadığımızı fark edebilirsiniz. İlk saptamayla mutabık olduğunuzda bu tehlikeli ortamın nereden doğduğunu ve nasıl beslendiğini düşünmeye fırsat kalmayabilir, ne de olsa tehlikelerden ve nasıl korunacağımızdan söz etmekteyizdir.

Genç kızları daha genç kız bile olmadan çocuk yaşta evlendirmek ya da tecavüz veya taciz korkusuyla evden dışarı çıkartmamak, evde tutamadığınızda ise “özgürlük veriyorum” adı altında erkeklerden uzak okul ya da yurt binalarında “gönüllü” olarak tutmak “genç kızlarımızı koruyucu” bir siyasetin parçası olur. Bu siyaset hızla destek bulur, içimizdeki korku bir kez uyanmıştır. Erkeklerin olduğu yerlerde bulunan genç kızların sonunun “kürtaj klinikleri” olduğu gibi korkutucu yalanlarla etkiyi artırabilirsiniz. Doğum kontrolüne dönük kliniklerin zor çalışır hale gelmesinin ülkemize özgü bir durum olmadığını hatırlamak da “acaba bildikleri bir şey mi var” dedirtir. 

Erkeklerin “tehlikeli” (kadını istemediği bir cinsel ilişkiye zorlamak) olabileceği, birçok durumda tehlikeli olduğu doğrudur (bir “veri”dir). Ancak tehlikeli olan hangi erkeklerdir, tehlike hangi koşullarda eyleme dönüşür ? Risk hesabını neye göre yaparız? Tehlikeden kaçınmak hangi tehlikelere doğru gittiğinize, kaçınarak neleri kaybettiğinize göre atılacak bir adım olmakla beraber, gözümüze en çok sokulan tehlike neyse zihnimizin ona odaklanması, kayıplarımızı umursamazlaştırabilir. 

Aile içi şiddet ve cinsel istismar ne yazık ki en yaygın şiddet ve istismar biçimiyken, öncelikli olan evlerde kız çocuklarını ve genç kızları nasıl koruyacağımızın yollarını aramaktır (erkek çocukları unuttuğumuzdan değil, yazının odağı kız çocukları olduğu için). Annelerinin şiddete ve istismara maruz kaldığını görerek büyüyen, babasının korkusuyla sinerken aile içindeki şiddetin mağduru anneye aciz kaldığı için kızan erkek çocukların büyüdüklerinde nasıl davrandıklarını düşünürsünüz?

Tehlikeli olandan korunmak için tehlikesizler (kız çocukları, genç kız) tecrit edilirken tehlikelilerin salıverilmesini “genç kızlarımızı” korumak için bir önlemmiş gibi göstermeye ister siyasi manevra ister muhafazakâr refleks, ne dersek diyelim, ayrımcı, ötekileştirici, erkek kaynaklı (cinsel ve fiziksel) şiddeti meşrulaştırıcı bir söylem olduğu apaçıktır.

Gençler arasındaki cinsel yakınlık olasılığını doğurabilecek karşılaşmayı ve tanışmayı önleme, ya da daha liberal yaklaşıyorsanız, “yan yanalık” ile “içlidışlılık” arasında bir sınır çizme gibi arzulara duyulan sempati sadece ülkemizle ve dine dayalı toplumsal düzen isteyenlerden ibaret olmayan muhazafakâr çevrelerle sınırlı kalmaz. Konu hakkında “dışarıdan” konuşmak ile gündelik hayat pratiği arasındaki makasın açıklığı, içimize yer etmiş, çoğu korku kaynaklı baskıcı/sınırlayıcı anne-baba tutumlarını, güncel geçerliliği olan ‘bayan yanı’ reflekslerini yansıtır. O nedenle konuyu salt siyasi görüşlerin “ilerici-gerici” olması ekseninde tartışmak, mevcut kutuplaşmaların sınırları içinde kalmamızı getirebilir. Değişen bir dünyada büyümekte olan çocukların gelişim ihtiyaçları konusunda kutuplaşmaları aşarak sağlanabilecek toplumsal uzlaşmaları sadece “siyaset”e bırakamayız. 

Erkeklerin kendi tehlikeliliklerini fark etmeleri sıkıntı vericidir; kadınları kendilerinden nasıl koruyacaklarını düşünürken (bir kısmının) kadınları tecrit etmekten başka bir çare bulamamaları da bu sıkıntılı muhakemenin bir ürünüdür. Aynı kişiler etki ve yetki sahibi olup bu düşünceleriyle toplumsal hayatı düzenlemeye başladığında hepimizin bir durup düşünmesini “olumlu” bir etki sayabiliriz. 

Aynı yollarda kadınlarla beraber yürümekten duyulan bu korkunun kaynağı nedir? “Kızlı erkekli” olmak sayesinde, kızlar ve erkekler ergenlik ve gençlik yaşlarında yan yana olduklarında ilkokuldaki gibi birbirlerinden “nefret” de etseler, ergenlikteki gibi birbirlerini merak da etseler, tanışırlar, birbirilerini bilir, ötekileştirmeden beraber olmayı öğrenirler. 

Kızlı erkekli büyüyen erkekler, kadınlara cinsel ya da fiziksel şiddeti daha fazla mı uygulayacaktır? Tam tersi beklenir. Şiddetin kaynağını aramaya kalktığımızda birçok parçası olduğunu, çocukluk yaşantılarının önemli bir rolü olsa bile sosyal ve ekonomik belirleyicilerin, dış dünyada olan bitenin etkilerini unutmuyoruz. Ancak en olumsuz sosyal koşullarda bile çocuklarıyla bebeklikten başlayarak birlikte daha çok zaman geçiren, onların gündelik işleriyle fiilen ilgilenen babaların istismar olasılığının çok daha düşük olduğunu hatırlayalım. Aynı ortamı paylaşmak, birbirini tanıyıp bilmek, yakınlık duymak birbirine zarar verme olasılığını azaltır.

Bu çapraşık konuda güncel siyasi tartışmanın tahrik edici kısırlığına kapılmadan, çocuklar büyürken ayrımcılıktan uzak, barışçı dille gençlerin cinsel hayatı ve kadın erkek eşitliği üzerinde söyleyecek çok sözümüz olmalı.