Polemik ağırlıklı olanlar dahil, “siyasal içerikli” gazete, dergi, internet vb yazılarını alalım. Bunların yaygın okunduğunu varsayalım. Hemen

Polemik ağırlıklı olanlar dahil, “siyasal içerikli” gazete, dergi, internet vb yazılarını alalım. Bunların yaygın okunduğunu varsayalım. Hemen şu söylenecektir:  Evet, iyidir, güzeldir; böylece taraflar birbirlerinin ne dediklerini anlarlar, bir diyalog ortamı oluşur, sonra ortak bir noktada buluşulur, falan filan…
Doğrusunu isterseniz, ayrı yerlerde duranların yazılan yazılar sayesinde birbirlerini “daha iyi” anladıklarına, böylece verimli bir diyalog ortamı oluştuğuna ve sonunda doğru olan neyse onda buluşulduğuna ben hiç tanık olmadım. Başka dönemlere ve ülkelere ilişkin okuduklarımda da böyle bir duruma pek rastlamadım.
Peki, o zaman neden yazılır? Kimin için yazılır? Bu iş suyun üzerine yazı yazmak gibi bir şey midir?
Öyle değildir. Yazı yazmanın kimi yararları, işlevleri vardır. Bir kere, eli yüzü düzgün her yazı, yazarın görüşünü paylaşanları daha bir pekiştirir, ellerine yeni kozlar verir. İkincisi, belirli bir konuda görüşü tam oluşmamış, netleşmemiş kişiler varsa, yazılan yazıdan etkilenip görüşlerini olgunlaştırabilirler. Bir de, üçüncü ve “geliştirici” bir işlevi daha vardır: Belirli bir yazının hedefindeki görüşün sahibi, gerçi o yazıyla duruşunu değiştirmez, ama en azından “hım, sahi işin bir de bu yanı var” deyip konumunu biraz daha tahkim etme ihtiyacı duyar.
Hepsi bu kadardır. Yoksa kimse kimseyi bir yazıyla durduğu yerden başka bir yere çekemez.
Sayısız örnek verilebilir, ama en güncel olanlarından biri, yaklaşan referandumda “hayır” veya “evet” denilmesiyle ilgilidir. Kuşkusuz burada en genel anlamda halktan, kitlelerden değil, soldan, solculardan söz ediyorum. Bugün, referandumda sol adına “hayır” diyecek birinin, “evet” demeyi aklına koyan bir başka solcuyu yazdığı yazıyla ikna etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, solculuk adına “evet” diyecek biri de gene soldaki bir “hayır”cıyı “evet”e bu yoldan ikna edemez.
Bu kadar açıktır.
Ancak gene de, “hayır” diyeceklerin katılığının, “evet” diyeceklerin katılığına göre sertlik derecesi daha düşük, dış etkiye daha açık bir duruş olduğunu düşünüyorum.   Nedenini bir örnekle açıklamaya çalışayım.
Diyelim, tam şu sıralarda bu işlerin piri, üstadı, yetkinliğinden kimsenin kuşku duymayacağı bir otorite yurtdışından veya uzaydan Türkiye’ye geldi. Öyle ki, bu kişi yılanı deliğinden çıkardığı gibi “hayır” demeyi düşünenlere “evet”, “evet” demeyi düşünenlere de  “hayır” dedirtecek bilgiye, donanıma, analiz ve ikna gücüne sahip. Şimdi, bu kişi bir “hayır” diyeceklere bir de “evet” diyeceklere gidip ikna turuna başlarsa, bana göre “hayır” diyeceklerin en azından bir bölümünü etkileyip fikrinden caydırabilir, bunlara “evet” dedirtebilir, ama “evet” diyecekleri hiç etkileyemez.
Peki neden?
Yoksa “hayır” diyeceklerin gerekçeleri “evet” diyeceklere göre daha zayıf olduğundan mı?
Hiç de değil. “Hayır” diyecek olanlar, gerekçelerini belirli düşüncelerden, siyasal analizlerden, tarihsel değerlendirmelerden ve AKP’nin niyetlerine ilişkin öngörülerden türetmektedirler. Neticede onlarınki bir siyasal görüş, bir düşüncedir.
Ya öbür tarafta ne vardır?
Şimdi, öbür tarafta dillendirilenleri düşünün: Anayasaya “evet” dendiğinde statüko aşılacakmış, ülke demokratikleşme yolunda bir adım daha atacakmış ve bu arada 12 Eylül’ün hesabını sormanın yolu da açılacakmış… İşte, bu tür beklentilere siyasal çözümlemeyle, düşünerek ulaşılması mümkün değildir; bunlara inanılması ancak iman ve itikat sayesinde mümkün olabilir. Bir kişinin imanını ve itikadını değiştirmek, onun siyasal görüş ve düşüncelerini değiştirmekten her zaman daha güçtür…
Bu nedenle, dışarıdan gelen üstadın “evet” diyeceklere göre “hayır” diyecekler üzerinde daha etkili olacağı söylenebilir.
Ortadaki durumu bir fıkrayla anlatmak da mümkün:
Adamın biri, yıllardır ölü olduğunu düşünürmüş. Çevresindekiler ne yaptılarsa adamı yaşadığına, ölü olmadığına ikna edememişler. Sonunda, sorunun psikolojik boyutundan hareketle adamı bir psikiyatra götürmüşler ve durumu anlatmışlar. Psikiyatr adama “demek ölü olduğunu sanıyorsun” demiş; karşıdan “evet” yanıtı gelince devam etmiş: “Peki, bu kadar yıldır ölü olan birinden kan çıkar mı?” Adam kendinden emin, “çıkmaz elbette” demiş. Bunun üzerine psikiyatr adamın koluna bir iğneyi biraz derince batırmış. Akan kanı gören adam ne dese beğenirsiniz?
“Vay be, demek ölüden de kan çıkarmış!”
İşte, bunun gibi.
Diyelim referandumda “evet” çıktı, ama daha sonra AKP ülkeyi “demokratikleştirmek”, “statükoyu yıkmak” vb şöyle dursun, iyiden iyiye burnunun doğrultusunda gitmeye, daha baskıcı, otoriter, soluk aldırmaz bir yönde ilerlemeye başladı. Bu arada “12 Eylül’le hesaplaşma” da unutulup gitti.
Böyle bir durumda iman ve itikat sahipleri sizce ne derler? Referandumda “evet” oyu vererek yanlış yaptıklarını kabul ederler mi?
Ne gezer. Fıkradaki adamın yaptığının bir benzerini yapacaklar ve şöyle diyeceklerdir: “Aslında AKP demokratikleşme, özgürleşme, sivilleşme ve 12 Eylül’le hesaplaşma konularında ciddi ve samimiydi; ne var ki Ergenekoncular, statükocular, merkezi bürokratik elit gene azınca böyle yapmak zorunda kaldı…”
Yani, iman ve itikat sahibi olunduktan sonra, “ölme eşeğim ölme…(yaza yonca bitecek)”.