Oluş ve akış içinde bir kitap

BEDİSA ELOĞLU
Fotoğraf: İlker Gürer

Atlas ve Magma gibi kültür ve coğrafya dergilerindeki yazılarından tanıdığımız Mehmet Sait Taşkıran’ın ilk öykü kitabı “Yıldızlı Gece” Nota Bene Yayınları’ndan çıktı. Karakoncolos Fırtınası ve Zemheri Zamanlar olarak iki bölümden oluşan kitaptaki öyküler, Doğu Anadolu’nun çetin kış mevsiminde büyülü bir atmosferde geçiyor. Henüz kitabın ilk sayfalarındayken sorularla dolu gecede, tekinsiz bir zamana denk düşen kış cini okuru karşılıyor. Yazar, öykülerinde postmodern zamanlara inat ‘ben’ dilini tercih etmemiş. Anlatıcı ve kahramanın sesini ortak kullanıp varoluşsal tanıklıkları ön plana çıkarmış. İlk öyküyle ilk sorusunu da soruyor Mehmet Sait Taşkıran; “Beyaz bir kabus olur mu?” diye başlayan soruyla okuyucuyu da öyküye dahil ediyor. Diğer öykülerde de ara ara sorularını sürdürüyor. Parmağı havada, tanrısal bir sesle değil “Peki ya öyleyse?” diyen bir iç sesle. Bilindik imgeleri terse çevirerek, yanılgı payı bırakarak anlattığı olaylar ve karakterlerle birlikte öyküler durağanlıktan çıkıp okuyucuyu içine çekiyor.

Yarattığı karakterler sapasağlam ‘var’lar. Güçlerini de sıradanlıklarından alıyorlar. Samimiler. Nietzsche’nin bahsettiği ‘çocuk’luğun saflığına ermiş karakterler, tüm öykülerde benliklerini ortaya koyuyorlar. Bazen karanlık çöküyor. Bazen de kendi ışığını bulmak için kendileri kapatıyor ışığı. Van Gogh’un Yıldızlı Gecesi’ni, doğunun ücra bir köyünde buluyor. Ancak sıradan insanlarda bulunacak bir bilgelikle batının süslü binalarından, hızından uzakta dingin bir evrene sokuyor bizi. Rüzgar Alisi’yle, köy öğretmeni İhsan’la, Asme Kadın’la, Selahattin ve Necip’le... Her ne kadar Doğu öyküleri yer alsa da aynı öyküde Madonna da var, Ünal Büyükgönenç de.

Yazar, gerçeğimizle yüzleştirmeyi de unutmuyor. Zenginliğini sözlü kültürden alan Kürtçe ile günümüze ulaşan anlatılar kimi öykülerde birer imge olarak karşımıza çıkıyor. Kilam adlı öyküde görme engelli Hakkarili bir dengbejle birlikte bize anımsatıyor: “Hepimiz bir masalın içindeyiz.” Mekanlar isimleriyle verilse de hepsi unutulmuş, terkedilmiş, örselenmiş halleriyle ‘yokluk’ içindeler. Yerler bütün ayrıntılarıyla betimlenmiş, incelikle anlatılmış. Bunun nedeninin yazarın uzun zamandır kaleme aldığı gezi yazıları olduğunu söylemek haksızlık olur. Daha çok baktığını gören edebi bir gözün ürünü. Yıldızlı Gece, bütünüyle hep bir oluş ve akış içinde. Öykülerde ön plana çıkan en önemli taraf karakterlerin kendi dünyalarında var olma çabası. Bu varoluş kimi zaman kuş uçmaz kervan geçmez bir ilçede kendini gösteriyor, kimi zaman da politik atmosferin içinde. İlk bakışta öykü karakterlerinin çoğu “sıradan” insanlar gibi görünse de yazar, karakterlerini doğanın ve toplumun içinde bir başka evrene çekip onların içsel dünyalarına nüfus ediyor. Kitap aynı zamanda bizleri doğada soluk alan tek canlının insan olduğu yanılsamasına düşmekten kurtarıyor. Hayvanlarla, ağaçlarla, nesnelerin diliyle öykünün içine çekiyor. Evrende yalnız olmadığımızı hemen hemen her öyküde anımsatıyor. Bu nedenle kuşlar, tilkiler, ayıboğanlar, akan ırmaklar, derin vadilerde yerlerini almışlar. Mevsimlerden kış belirgin olsa da ‘unutulmuş’ yaşamların yalnızlığını soğuğun tedirginliği içinde sayfalarında hissettirmeyi başarmış. Doğanın dengesini ise hep gözetmiş ve insana dair olanları kollamış. Yine de akışa dokunmadan tabii…

“Yaşamın devam etmesi için başka bir canlının belleğimde yarattığı korkuyu taşımak mı, yoksa yol yakınken ve hiç bu korkuya bulaşmamışken, kendimi aslana sunup kısa ömrümde gördüklerimle yetinmek mi?”diye sorması da bundan.
Yazar, kitabın ikinci bölümü “Zemheri Zamanlar”da; zemherinin kalbine cemre olup düşüyor. Bir ‘Ölüler Ülkesi’karşılıyor sizi. Çıldır Gölü kıyısında bir köy. Köyde dumana boğulmuş bir kahve. Dışarıda kar var. Çaya tutku diyen yaşlılar, kendi aralarından tatlı bir atışmadalar. Bu kimsesiz beyaz coğrafyada Anuş’un, Ermeni bir kadının peşine düşüyoruz. Sonra bir soruyla evrenimiz çalkanıyor: “Bak oğul.”diyor. “Ne sorduğunu tam anlamadım, benim kimseyle bir derdim yok. İnsan eyi ise sevilir. Kötüyse sevilir mi?” diye.

Akışa hiçbir yerde itirazı yok yazarın. Fakat söz şiddet ve vahşete gelince varoluşsal ve felsefi sorgulamalarıyla tavrını öyküde çekinmeden koyuyor.

“Diyecek bir şey bulamıyorum. Anlattığı her şey o kadar somut ve gerçekti ki düşünmeyi gerektirecek bir durum da yoktu. Eylemin ardından yatan niyetin kişi oğlunun benliğindeki duygu biçimiyle ilişkisinin varlıksal açıklaması olmazdı.” Kaçağın Külleri, sınırda can verenlerin öyküsü. Okuyana yer bırakmıyor yazar. Hacı Besim sözlerinin altını çiziyorum, ben de bir okur olarak: “Hüzün değildi hissettikleri. Hüzün hatırlandıkça ah çektirirdi insana. Geçmişte yaşadığı bir anın kalbinde bıraktığı izdi. Kahır ise kemirir insanı. Konuşamaz, lal olursun, ah çekemezsin. Umutsuzluğun korkusudur. Umut gibi hüzün de çoktan terk etti buraları. Ne oldu da şimdi ikramı azaldı bu dağların?”

“Doğu Ekspresi” kitabın son öyküsü. Yolun kendisiyle sonlanan kitap, okuru kendi yolculuğuyla baş başa bırakıyor. Kendi benliğinin arayışı için yola çıkan karakter tren yolculuğu boyunca- ne kadar uzak durmaya çalışsa da- başka hayatların içinde buluyor kendini. Kaçmanın, tüm zorluklardan uzak durarak bir varoluş evreni yaratmanın mümkün olmadığını, eğer bir arayış söz konusu ise bunun tam da içinde bulunduğun yerde başka hayatlara tanık olarak mümkün olabileceğini salık veriyor. Kitabın Doğu Ekspresi yolculuğuyla son bulması kitaba bir döngüsellik de kazandırmış oluyor, kitap bitiyor ama yolculuk devam ediyor ve belleğimizde yerini alıyor.