Politikalarımızı doğru ve tamamlayıcı şekilde tasarlamadığımız takdirde teknolojik ilerlemeler yaşam standartlarımızı sürdürülebilir şekilde iyileştirmeyecek. Hatta bazı koşullarda, yarardan çok zarar verebilirler.

Önceliğimiz toplumsal fayda
Fotoğraf: Depo Photos

Dani RODRIK

Ekonomistler, refahın anahtarının üretkenlik olduğunu söylerler. Bir ülkenin yaşam standartlarının iyileşebilmesi için, daha az kaynak kullanarak daha fazla mal ve hizmet üretmesi gerekir. Sanayi devriminden bu yana, söz konusu üretkenlik artışını teknolojik ilerlemeler ile sağlıyoruz. Kamuoyu nezdinde üretkenlik kavramının teknolojik ilerlemeler ya da araştırma-geliştirme ile neredeyse eşanlamlı hale gelmesinin sebebi de bu.

“İnovasyon” ve üretkenlik ilişkisine dair anlayışımız, iş hayatında edindiğimiz gündelik tecrübelere dayanıyor. Yeni teknolojilerden yararlanan firmalar daha üretken hale geliyor, teknolojik ilerlemenin gerisinde kalan firmalara üstünlük sağlıyorlar. Fakat üretken toplumlar, üretken firmalar ile aynı şey değildir. İş hayatında üretkenliği artıran bir teknoloji, ülke ya da ekonomik sistem genelinde üretkenlik getirmeyebilir, hatta ters tepebilir. Bir firma için, üretkenlik ölçeği yalnızca “kullanmayı tercih ettiği” kaynaklar özelinde belirlenebilir. Toplum için ise üretkenlik, tüm insanları kapsamak zorundadır.

Birçok ekonomist bu ayrımı gözden kaçırıyor çünkü teknolojik ilerlemelerin er ya da geç herkesi kapsayacağı varsayılıyor. İlk etapta kazanımlar toplumun yalnızca dar bir kesimine, örneğin belli firmalara ve yatırımcılara yarasa da, kazanımların zamanla topluma yayılacağı düşünülüyor. Ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon Johnson, yayımladıkları yeni bir kitapta bu inanışın pek de doğru olmadığını ortaya koyuyorlar. Sanayi devrimi, beraberinde ekonomik büyüme getirdi fakat sıradan işçilerin yaşam standartlarında anlamlı iyileşmeler görülmesi neredeyse bir asır sürdü.

Daha da kötüsü, en son teknolojik yenilikleri hesaba kattığımızda, bu anlayış hepten dayanaksız hale gelebilir. Tanıklık ettiğimiz son yenilikler, toplumun geniş kesimleri için hiçbir fayda üretmeyebilir çünkü kazanımların sayılı kurum ve kişilere yaraması son derece olası. Bunun bir sebebi de mevcut kurum ve yönetmeliklerimizin yetersiz kalması. Ekonomide eşit rekabeti sağlayamıyoruz ve çağdaş sektörlere yeni oyuncuların girmesi zorlaşıyor. Diğer bir sebep de teknolojinin tabiatıyla alakalı. İnovasyon genellikle yüksek becerilere sahip işçilere ve uzmanlara yarıyor.

 Küreselleşmenin zirve yaptığı yılları düşünelim. 1990’lı yıllarda ticaret maliyetleri tarihi düşük seviyelerdeydi ve imalat sektörü dünyanın dört bir yanında güçlü seyrediyordu. Düşük ve orta gelirli ülkeler küresel tedarik zincirine katılıyor, son teknoloji imalat tekniklerini ekonomik süreçlerine dahil ediyorlardı. Sonuçta firmaların üretkenliği katlanarak arttı. Fakat firmalara ev sahipliği yapan ekonomilerde hatırı sayılır bir ilerleme ölçülmedi, hatta bazı durumlarda gerileme dahi görüldü.

MEKSİKA ÖRNEĞİ

Meksika bu anlamda oldukça ilginç bir vaka. Bir zamanlar küreselleşmenin “poster çocuğu” konumundaydı ve 1980’lerde liberal reformlar hayata geçirmiş, 1990’lı yıllarda Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’na katılmıştı. Ülkenin imalat sektörü bir anda patladı ve ülkeye doğrudan yabancı yatırımlar aktı. Fakat sonuç nihayetinde hüsran oldu. Birçok Latin Amerika ülkesi gibi Meksika’da da toplam faktör verimliliği düşüş kaydetti.

Ekonomistler Oscar Fentanes ve Santiago Levy, yürüttükleri çalışmada ülkede imalat sektörü verimliliğinin arttığını teyit ettiler. Bununla birlikte, trendin gerisinde kalan firmaların kapandığını, geriye kalan firmaların ise daha da büyük teknolojik ilerlemeler kaydederek, daha da üretken hale geldiğini belirlediler.

Problemin iki boyutu var. İlk olarak, imalat firmalarının üretkenlik artışı ile birlikte daha az işçi istihdam etmeye başladıkları görüldü. İkincisi ise, ekonominin geriye kalanında yalnızca küçük ve kayıtdışı firmalar kaldığı için, bu kesimde üretkenliğin daha da düştüğü belirlendi. Neticede, ekonominin rekabetçi ve kayıtlı kesimi tarafından elde edilen üretkenlik artışı, ekonominin geri kalanında kaydedilen üretkenlik düşüşüne tamamen yenik düşüyordu.

Fentanes ve Levy bunun gerekçelerini Meksika’daki iş hukukuna ve sosyal sigorta yönetmeliğine bağlıyor; sistemin kayıtdışılığa teşvik ettiğini, kayıtlı sektörlerdeki gelişime zarar verdiğini öne sürüyorlar. Fakat aynı “üretkenlik kutuplaşmasını” diğer Latin Amerika ülkelerinde, hatta Sahra Altı Afrika ülkelerinde görmek de mümkün.

İmalat teknolojilerinin tabiatına bakarak alternatif bir açıklama getirmek mümkün. Küresel değer zincirlerine entegre olmanın beceri ve sermaye maliyeti öyle yüksek ki, kaynakları kısıtlı olan ülkeler bu maliyetlerle başa çıkamıyor ve firmalarının genişleyerek daha fazla insanı istihdam etmesi mümkün olmuyor. İşçiler kırsal kesimlerden şehirlere göç ediyor ve düşük ücretli, üretkenliği düşük sektörlerde çalışmak zorunda kalıyor.

GERİDE BIRAKMAMALIYIZ

Altta yatan sebep ne olursa olsun, bu sorun “üretkenliği artırma” amacıyla yola çıkan hükümetlerin neden başarısız olduğuna açıklık getirebilir. Küresel tedarik zincirlerine entegre olma, Ar-Ge’yi destekleme, yatırım teşvikleri çabaları ya da geleneksel politikalar, genellikle “yanlış problemi” çözmeye çalışıyorlar. Birçok durumda sorun, yenilikçi firmalardaki inovasyon kapasitesinin yetersiz kalması değil, yenilikçi firmalar ile ekonominin geri kalanı arasında oluşan üretkenlik uçurumu. Geride kalanların durumu iyileştirmek, beceri geliştirici eğitimler sağlamak ve hizmet ağırlıklı faaliyet yürüten küçük işletmelere profesyonel hizmetler sağlamak gibi yöntemler nihayetinde daha etkili olabilir.

Bu gibi veriler, yapay zekâ çağının eşiğinde bize önemli ipuçları sunuyor. Ortaya çıkan geniş ölçekli dil modelleri, birçok işin daha hızlı yapılmasını sağlayarak üretkenliği önemli oranda artırmayı vaat ediyorlar. Fakat bilmeliyiz ki, bu teknolojinin toplam etkisi, kazanımları ekonominin geneline ne kadar yayabildiğimiz ile doğru orantılı olacak.

Arjun Ramani ve Zhengdong Wang’a göre inşaat, birebir hizmetler ya da insana bağımlı yaratıcı sektörler gibi önemli sektörler yapay zeka devriminin dışında kalırsa, yaşanacak devrimin ekonomideki genel etkileri zayıf kalacaktır. Ekonomide buna “Baumol maliyeti hastalığı” deniyor. Ekonomideki belli başlı hizmetlerin maliyetleri orantısız olarak arttığı için, genel yaşam standartlarında iyileşme kaydedilemiyor.

Bu değişkenleri göz önünde bulundurmak bizi “teknoloji karşıtları” ya da “ebedi kötümserler” haline getirmemeli. Teknolojik ilerlemeler konusunda ihtiyatlı olmalıyız. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler üretkenliği artırabilir ve toplumları zenginleştirebilir. Fakat bu ilerlemeleri toplumun geneline yayılan bir üretkenlik artışına dönüştürmek için doğru politikalar geliştirmeli ve toplumun tamamını kapsayacak ekonomik politikalar hayata geçirmeliyiz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Project Syndicate