Körfez depreminin neredeyse simgesi olmuş o sesi unutmak mümkün mü? Bir enkazın başında dipsiz karanlığa doğru o seslenişi? "Orda kimse var mı"? Çaresizlik ve umudu yan yana, bu kadar iyi özetleyen başka bir "ses" bilmiyorum. Beton

Körfez depreminin neredeyse simgesi olmuş o sesi unutmak mümkün mü? Bir enkazın başında dipsiz karanlığa doğru o seslenişi? "Orda kimse var mı"?

Çaresizlik ve umudu yan yana, bu kadar iyi özetleyen başka bir "ses" bilmiyorum. Beton, tuğla, toz toprak ve demir yığını arasında bir canlı bulmak için bir ses, bir inilti, bir soluk bekleyen çaresizlik! Ama umut! Sesine bulacağı bir "ah" sesini bile hayata taşıma ümidi. Zaten dakikalar hatta saatler süren o kahredici bekleyişi, yıllar geçse de belleğimize kazıyan da, aynı umut olmadı mı?

Tahakküm ilişkilerinin olmayacağı bir dünya tasavvuru, zaten başlı başına bir umudu işaret ediyor. Ama bu tasavvur adına önümüze gelen "çare"lerle de sorunlarımızın olduğunun farkındayız. Muhalif olmak derdimize deva olmaz. Olmuyor da. Sadece derdimizi hatırlatıyor bize. Toplumsal belleğimizin bir tuş fiskesiyle siline-bildiği bir alemde, derdimizi unutmamak bile maharet, yine de. Özür dilerim, kendi adıma konuşmalıyım: İlkyardım çantasıyla etrafımda dolaşanların verdiği reçeteler bir işe yaramadı. Üç kuruşluk tababet tecrübeminse, kendi yaralarıma merhem olduğu bile şüpheli. Çaresiz olmama rağmen bu kadar umutlu, umudum olmasına rağmen bu kadar çaresiz olmam "sağlıklı" değil biliyorum. Yüzünden sağlık fışkıranlar, neyin sağlığa zararlı olduğunu, her birimizin birer "ne" den ibaret olduğumuzu yıllardır öğretmeye çalışıyorlar bize. "Sağlıklı" olmadığımı öğrendim, dolayısıyla. Gel gör ki hiçbir tedavi işe yaramadı. Zaten tedaviye cevap versem, bir iyileşme umudum olsaydı, yıllardır aynı soruyu sorup durmazdım: "Orda kimse var mı"?

Yazarlarından biri olmak sevincini yaşadığım, Atila Durak'ın Metis yayınlarından çıkan Ebru albümündeki fotoğraflarla henüz yayımlanmadan karşılaştığımda da yaşadığım bu duygu olmuştu. Altınözü'lü bir Hristiyan Arap, Midyat'lı Yezidi, Alevi Kürt, Nasturi, Çepni'yle yüzyüze geldiğimde, neredeyse her karede, aynı çığlık uğuldayıp durdu beynimde: "Orada kimse var mı".

1915'te Van'dan, Bulanık'tan, Ergani'den, Kilis'ten Der Zor çölüne giden yolu bilen var mı?

1918'de Tirebolu'dan yaya Mersin'e ve oradan Atina ve Pire'nin açlık ve sefalet kokan mahallelerine kaç günde gidildi?

1924'de Kavala'dan Samsun'un Matasyon mahallesine gelenlerle, Sinasos'tan Selanik'e gidenler yolda birbirleriyle karşılaştı mı?

Edip Cansever'in bir şiirindeki gibi: "Anılar mı dediniz/ Ne sessiz bir çarpışma".

Ama yok böyle anılarımız bizim. Ömrümün çok uzun bir bölümünü yaşamakta olduğum Ankara'da, geçen gün bir arkadaşım hatta oturup saydı bile, Ankara'lı Ermeni ailesi ıo'dan fazla değil. Kaldı ki adlarından Ermeni olduğunu anlayamazsınız. Doğma büyüme Ankara'lı Rumlar desen ancak o kadar.

SÜNNİ TÜRK BİR DEVLETİMİZ VAR

1942'de Varlık Vergisi'yle yıldırdık, 6-7 Eylül'ün ardından 1955 yılında bezdirdik, 1964'de Kıbrıs bahanesiyle korkuttuk. Kaçırtmak için, "hiçbir masraftan" kaçınmadık. Gördüğümüz ve gösterdiğimiz gibi, itinayla özene bezene yarattığımız Sünni Türk bir devletimiz var.

Arkadaşım Atila'nın Ebru'sunda dolaşıp dururken, neredeyse bir yüzyılın tarihine bakmıyoruz, bu devletin Tarih'i bizi seyrediyor. Peki Tarih, acıtmıyor mu bizi? Yakmıyor mu canımızı? Onca acıya, gözyaşına rağmen Marcircos Türk Hristiyan Ortodoks Kilisesinin merdivenleri önünde şakalaşan iki ihtiyar, yaralarımızı kapatmaya yetecek mi? Antakya'lı Sünni Kürt bir kadının uzaklara bakışını, acı gibi bir sözcük kullanmadan anlatın bakalım, becerebilirseniz.

Ebru'da, "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" yazısının önünde bir adam var. Onun gibi yaparak mutluluğu yaşamak elimizde işte. Çare, diyorduk ya; varmış demek ki mutlu olmanın bir çaresi.

Peki "orda birisi var mı?"