Cumartesi günü J.D. Salinger’ın yayıncısı YKY’nin, onun 100. doğum günü onuruna Yapı Kredi Kültür Kültür Sanat binasında düzenlediği bir söyleşiye katıldık. Moderatörümüz, tanıdığıma çok memnun olduğum akademisyen, yazar Erkan Irmak’tı. Konuşmacılar, yazarın Türkiye’deki ilk editörlerinden İshak Reyna, çevirmenleri olarak da Ömer Madra ile bendik. Ömer, kendi ifadesine göre İshak’ın komplosu sonucu “Franny and/ve Zooey”i çevirmişti. […]

Öte-dünya kardeşlerim

Cumartesi günü J.D. Salinger’ın yayıncısı YKY’nin, onun 100. doğum günü onuruna Yapı Kredi Kültür Kültür Sanat binasında düzenlediği bir söyleşiye katıldık. Moderatörümüz, tanıdığıma çok memnun olduğum akademisyen, yazar Erkan Irmak’tı. Konuşmacılar, yazarın Türkiye’deki ilk editörlerinden İshak Reyna, çevirmenleri olarak da Ömer Madra ile bendik. Ömer, kendi ifadesine göre İshak’ın komplosu sonucu “Franny and/ve Zooey”i çevirmişti. Nasıl kabul ettiğimi hatırlamıyorum ama benim payıma da “Seymour: An Introduction / Seymour: Bir Giriş” düşmüştü. Cidden zordur çünkü. Genç yaşta kaybettiğimiz Salinger tutkunu Coşkun Büktel’in çevirdiği hikâyeler de, “Raise High the Roof Beam, Carpenters/Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar” adıyla aynı kitabın ilk kısmını oluşturuyordu. Çeviriyi kendisine verdiğim editörüm Birhan Keskin, kanırttığını söyledi. Ben de, “Yapacak bir şey yok, kitabın kendisi de kanırtıyor,” demiştim. Sahiden öyleydi. Ben de o zamanlar uzun cümleleri hiç bölmüyordum.

Glass Çocuklarıyla (özellikle Seymour’la) ve “Catcher in the Rye/Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın kahramanı Holden Caulfield’le, çok uzun yıllar önce tanıştım. Hele Holden’la tanışıklığımız çok eskidir. Bir geçiş dönemindeyken hayatın kendisine de, anlayışsız ailesine de hoşnutsuzlukla bakan çocukların şâhıdır Holden. Onunla ve yazarı J.D. Salinger ile tanıştığımda 14-15 yaşındaydım, yani 1950’li yıllarda. (Evet, evet, bir şehir efsanesi değil bu. O yıllarda yeniyetme olmuş ve hâlâ yaşayan çocuklar var!) Kitaba Ankara’da, favori sığınma yerim olan Tarhan Kitabevi’nde rastlamıştım. Aldım, babamın evine getirdim, sular seller gibi okudum. Ne yazık ki çabuk bitti. Bir daha okudum. Sonra da çok okumuşumdur.

Sırf J.d. Salinger İmzalı Olduğu İçin Değil…

Glass’lar ise, unutulmaz bir ailedir. Hele onlarla nispeten genç yaşta karşılaştıysanız… Hepsi, ancak ille de trajik bir intiharla hayatını noktalayan Seymour, her daim hayatıma dahil olacak. Ne de olsa onun genç hayatının sonuna, üstadın yazdığı ilk hikâyede tanık olmuştuk. Salinger’ın bizce malum son kitabında ise Seymour 7 yaşındaydı, iki yaş küçük kardeşi Buddy ile gönderildikleri kamptan eve mektuplar yazıyordu.
Beni asıl etkileyen de bu kitaptır. Kimi eleştirmenler “Hapworth 16, 1924”e, sırf Salinger imzalı olduğu için beğenilmiş bir hikâye gözüyle bakar ama, bence bu yazara haksızlık oluyor. Eh, Seymour’a da… “Hapworth 16, 1924” bütün Salinger hikâyeleri gibi, ilk ve son kez 19 Haziran, 1965’te The New Yorker”da yayımlanmıştı. Zaten New Hampshire’daki evine çekilmiş olan Salinger, bundan sonra hiçbir şey basmadı, yayımlamadı. (Şimdilik) bu son hikâye benim için hep eski evime belki yirmi yıl önce YKY’den gelen (Cem Akaş’tan) fotokopi sayfaları olarak kalacak. Duyduğum heyecanı o evle, salonun ışığıyla, pencerelerin görüntüsüyle ve çalışma masasıyla birlikte hatırlayacağım. Bir solukta daldığım Seymour dünyasından, hikâyeyi bitirerek çıkıp da kafamı kaldırınca, o ışığı, o pencereleri gördüğüm için herhalde.

Budur yani, esas adamımız Seymour’dur. Kampından mektup yazmış, evden kitap istiyor. Şimdi İnternet’te bulup yeniden okudum da, yedi yaşında böyle olan bir çocukla hiçbir genç dahi başa çıkamaz, zinhar ondan üstün olamaz. Bu kişi, bence, kardeşlerin sondan ikincisi, gözden geçirilmiş bilmemkaçıncı baskıymış gibi davranan Zooey Glass bile olsa…

HER ŞEY HOLDEN’LE BAŞLADI

Salinger’ın günümüz gençlerine erişme durumu nedir, bilmiyorum ama bana yakın yaşta olanları fena halde etkilemişti. Her şey Holden Caulfield’le başladı, Glass çocuklarıyla devam etti. Özellikle ailenin en zeki, sahiden trajik ve akıldan çıkmaz üyesi, en büyük ağabeyle, yani Seymour Glass’le. Ne mutlu ki, sonunda “Seymour: An Introduction”ı Türkçe’ye çevirmek de bana nasip oldu. Diğer kitapların bazılarının edisyonlarında da çalışmış, hatta “Dokuz Öykü”de Mina hocama çıraklık etmiştim. İnsan bazen çeviride bile dört ayağının üstüne düşebiliyor.