Sercan Meriç

sercanmeric@birgun.net
Öze dönük bir arayış

Orçun Köksal’ın yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği Bars, 2023 İstanbul Film Festivali Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülünü kazanarak dikkatleri üzerine çekti. İki zooloğun nesli tükendiği sanılan Pars’ı aramaya çıktığı bir yolculuğu anlatan Bars, Türkiye’nin de kaybettirilmeye çalışılan kültürüne, özüne doğru bir yolculuk gibi…

Köksal ile ilk filmini konuştuk. 

♦ Bars nasıl ortaya çıktı? 
Filmin ortaya çıkışı 2013 yılına kadar gidiyor. Aslında o dönemde yazdığım bir senaryoydu. Ve Bakanlığın “Senaryo ve Diyalog Geliştirme” desteğini almıştım. Uzun bir süre rafta durdu. Sonra 2018 yılında tekrar bu filmi yapma isteğiyle yola çıktım. Uzun bir süreç oldu. Motivasyonum, Anadolu’nun kaybolan kimliği ve değerleri üzerine bir şey yapma isteğimdi. Pars, bu topraklara ait olan bir hayvandı. Birçok medeniyette var olan, görkemli, ikonik bir hayvan. 1970’li yıllardan sonra nesli tükendiği düşünüldü. Bu tükeniş üzerinden bizim de kaybettiğimiz, kaybetmeye yüz tuttuğumuz kimliğimizi, değerlerimizi, öz varlığımızı anlatmak istedim. 

♦ Bars ile İstanbul Film Festivalinde "Seyfi Teoman En İyi İlk Film" ödülünü kazandınız. Bu ödülün sizin açınızdan önemi nedir?
Ödül çok güzel ve anlamlı. Seyfi Teoman ödülü olması da ayrıca anlamlı. Ekibimiz olarak çok mutlu olduk. Ödülün bir motivasyonu mutlaka var. İnsan, uzun bir süreç ve emekten sonra takdir ve beğeni görmek istiyor.
 
♦ Zoologların filmin merkezinde yer alması nasıl kararlaştırıldı? Dağlardaki çekim nasıl geçti?
Filmin başından sonuna kadar reel bir arayış var. Pars’ı arıyoruz. Ve Pars’ı ararken bu işin uzmanları tarafından yapmamız gerekiyordu. Dolayısıyla iki ana karakteri zoolog olarak senaryoda tasarladım. İki bilim insanını bu yolculuğa çıkarttım. Karakterlerin kendi doğalarından kaynaklanan bir çatışması var. Biri metropolde büyümüş, diğeri ise İç Anadolu taşrasında yetişmiş bir karakter. Bu da bir doğu-batı çatışması getiriyor. İki farklı dünyaya sahip insanı aynı amaç doğrultusunda bir yola çıkarttım. Pars zaten bir metafor olarak kullanılıyor filmde. Kendi özümüze, kimliğimize dönük bir arayışı temsil ediyor. Yolculuk ilerledikçe karakterlerimiz kendilerini ve bildiklerini sorgulamaya başlıyorlar. Simurg’un hikayesi gibi…

♦ Emre agresif bir karakter iken, Veysel’in daha sakin ve uyumlu olduğunu görüyoruz. Sizin açınızdan iki karakter nasıl özetlenebilir?
Emre aynı zamanda bir doğa fotoğrafçısı olduğu için 40 senedir çekilememiş bir fotoğrafı çekme motivasyonuna sahip. Veysel ise metropolde yaşamak için çeşitli işler yapmış. Akademik kariyere devam etme imkanı bulmuş. Pars’ı bir akademik kariyer ve bilimsel bir keşif olarak görüyor. Veysel’in daha büyük bir travması var aslında. Çocukluğunda Pars ile yüzleşmiş ve babasının Pars’ı vurduğunu görmüş. Onun için bu yolculuk suçluluk duygusuyla birlikte bir keşif süreci haline geliyor. Emre somut bir şeyin peşinde olan bir imaj avcısı. Eğer o imajı yakalarsa 40 yıldır çekilememiş bir fotoğrafı yakalamış olacak. 

♦ Filmde Feridun Koç ve Ali Seçkiner Alıcı gibi usta oyuncular da yer alıyor. Oyuncularla nasıl bir ilişkiniz vardı yönetmen olarak?
Oyuncular işimizi kolaylaştırdı. Özellikle Hacı Bektaş sekansında Ali Seçkiner Alıcı vardı. Kendisi de bu kültürden bir insan olduğu için muhabbet gecesi dediğimiz uzun Cem sekansında bize çok yardımcı oldu. Hem müzikal kayıt hem de semah koreografisi konusunda destek verdi. Kendisi aynı zamanda çok değerli bir müzisyen. Başrol oyuncularımız, Görkem Kasal ve Münir Can Cindoruk istekli ve gayretliydi. Çünkü prodüksiyon şartlarımız açıkçası pek iyi değildi. Düşük bir bütçeyle ve zor şartlarda bu filmi gerçekleştirdik. Kar sekansları gibi zorlu sahneleri çekmek zorunda kaldık. Ancak bu düşük prodüksiyon imkanlarıyla gerçekleştirdiğimizi düşünürsek, şu an için bile bir ödül niteliği taşıyor. Türkiye’de bir filmi başlatıp bitirmek ciddi bir iş haline geldi. Birçok prodüksiyon planlandığı gibi bitiremedi veya beklentileri karşılayamadı. Bu açıdan çok şanslı olduğumu düşünüyorum.

♦ Filmde etkileyici bir Cem sekansı da yer alıyor. Çoraklaştırılmaya çalışılan kültür, inanç ve sanat dünyamıza karşı bir motivasyonla mı hareket ettiniz?
Filmin hedeflerinden biri, bu yol hikayesi ve arayış üzerinden kendi içsel arayışımıza, öz kimliğimize ve toplumsal hafızamıza işaret etmekti. Dolayısıyla Hacı Bektaş sekansı filmde önemli bir yere sahip. Orada keşif ve karşılaşmayı biraz daha Emre karakteri üzerinden görüyoruz. Emre ile kendimizi orada birleştiriyoruz. Empatiyi Emre üzerinden kuruyoruz, çünkü biz de genel olarak bu kimliğe ve kültüre yabancıyız. Emre’nin şaşkınlığı ve karakterlerin orada rollerinin değişmesi bu sebepten kaynaklanıyor. Veysel’in düştüğü yerden Emre bu sefer toparlıyor ve yola devam ediyorlar. 

♦ Bu çoraklaşma size bir yönetmen ve senarist olarak nasıl hissettiriyor? 
Ben zaten bu kaygıyla biraz da bunu yapmak istedim. Bu bir Alevi-Bektaşi filmi değil. Ancak Anadolu kültürünün karşılığı olarak benim önermem bu oldu. Çünkü bu kültür artık azınlık haline gelmiş durumda ve gözden düşürülmeye, hatta asimile edilmeye çalışılıyor. Ancak şu anki inanç coğrafyasında, inanç ikliminde bizimle daha fazla bağı olan bir kültürü gün ışığına çıkarmak istedim. 

♦ Film, İKSV'de gösterildi. Beyazperdeye gelecek mi? 
Evet, sonbahar olarak düşünüyoruz şu an için.