Ben hiç televizyon seyretmediğim için, benim biraz da tuhafıma gidiyor. Özellikle mahalle esnafıyla akşam konuşmalarımda gündeme

Ben hiç televizyon seyretmediğim için, benim biraz da tuhafıma gidiyor. Özellikle mahalle esnafıyla akşam konuşmalarımda gündeme geldiği oluyor. İnsanların televizyonda oynayan bütün karakterler üzerinde en sevdikleri bu ikili. Soruyorum sizdeki etkileri nasıl diye, Ali Rıza Beyden başlıyorlar, onun konuşmaları, onların üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmaya başlıyorlar. Ezel’i soruyorum, orada Ramiz Dayı var diyor, hangisini daha çok seviyorsun diyorum, Ali Rıza Bey diyor, sonra konuşmaya devam ediyoruz, duruyor ama “Ramiz Dayının sözlerinin yerini hiçbir şey tutmaz”. Üslubu, nasihati, bilgeliği bir başka diyor. Hayır,  Ali Rıza Bey değil, Ramiz Dayı diyor. Biraz sonra durup ama Ali Rıza Bey diye başlıyor. Bu iki yönlü tutku mahallenin gece birde kapatan bakkalında da manavında da aynı şekilde cereyan ediyor. Ramiz Dayının sözleri olsa ezberlerim diyor, hayatımda hiç görmediğim bilgelik var, laf birden içime işliyor diyorlar.
Bu durumla birçok defa karşılaşıyorum: çocuğumun bakıcısı gelip Ali Rıza Beyin dün akşamdan üzerinde bıraktığı hayranlıkla karışık etkiyle kahvaltıyı açıyor.
Kaçınılır gibi değil, üzerime onların halkımızın üzerindeki etkilerini anlattıkları sahneler yıkılıyor. Hatta esnafa da çocuğumun bakıcısına da evde hiç televizyon seyredilmediğini, antenin bilerek alınmadığını söylediğimde, biraz şaşırarak, ama daha ilginci onlar olmadan olmaz diyorlar. Bir tür evrensel kümelerinde olmayan bir şeymiş gibi duruyor, televizyon seyretmeden yaşamak. Ama televizyonda en azından geçtiğimiz yıl için Ramiz Dayı ve Ali Rıza Beyle özdeşleşmiş gibi.
Tuhafıma gidiyor, gülümsüyorum bizim beye ve bizim dayıya, çünkü onlar gerçekten bizim mirasımızın değerli bir parçası. İkisi de 1960’lı yılların politik tiyatrosunda önemli iki figür. Hatta aralarında gerçekten bir bağ daha var: o zamanların hiperaktif ortamında Ramiz Dayı, namı diğer Tuncel abi, günde üç kez dolu salonlara tiyatro oyunu oynamaktan yorulunca yerime birini bulun, oyunları paylaşalım deyince, gidip siyasaldan Haydarpaşa’dan beri tiyatro yapan Halil Ergün’ü getiriyorlar. Ergün’ün sanıyorum profesyonelleşmesi böyle oluyor. Kaldı ki 1960’lı yıllarda ikisi de dönemin en önemli oyunlarında oynuyorlar, sahnelerin önemli figürleri. Örneğin Ergün o dönem Vasıf Öngören’le aynı tiyatrodan. 1960’lı yıllarda ikisinin de yolu Yılmaz Güney’le çakışıyor. Tuncel abi, Yılmaz Güney’den bir yaş büyük olduğu için, Güney’in deyimiyle ihtiyar lakaplı, Güney’in Çirkin Kral filmlerinde büyük yol arkadaşı, kadir bilir kişi, çoğunlukla kurban olan delikanlıyı oynuyor. Aynı Tuncel abi, büyük bir şans eseri Umut filminde önemli yol arkadaşı oluyor, hatta arabada Adana’ya giderken filmin tasarlanması sürecinde yer alıyor. Halil Ergün’ün Yılmaz Güney’le yollarının ilk kesişmesi THKP-C için bağış istemesiyle başlıyor. 1972’de birlikte yatıyorlar hapiste. O sıralarda Tuncel abiye, yurtdışında ve Cannes Film Festivalinde Umut’u seyircilere sunmak ve üç kez dolu salonlarda ve alkışlarla biten gösterimlerde dünya prömiyerinin sorumlusu olmak düşüyor. Sonra Yılmaz Güney tekrar hapistedir, Sürü’yü çekecekler, Tuncel’in oynaması lazım, ekip bulamıyor Tuncel’i. Tuncel Kurtiz ise o sırada yurtdışından Türkiye’ye gelmiş, bir sürü hediyeyle Yılmaz Güney’i hapishanede ziyarete gidiyor. Güney ise Hürriyet’e ilan vermiş Tuncel Kurtiz’e ulaşmak için. İlanın çıktığı gün, ilandan habersiz Tuncel abi, hapishanede görüş kuyruğunda. Sonunda Türkiye Sinema Tarihinin en iyi erkek oyuncu performansı çıkıyor. Yol’a geldiğimizde Tuncel Kurtiz yine yurtdışındadır, darbe sonrası işkencehaneye dönmüş Türkiye’ye gelemiyor bir süre, böylelikle Ali Rıza Beyle Ramiz dayı aynı filmde oynama olanağını kaçırıyorlar. Halil Ergün’ün ilk filminin Yol olması tarihin insanın yüzüne gülmesi mi, hayatın trajik yüzü mü demeli, bilmiyorum, ama ilginç bir sinema olayıdır. Yılmaz Güney ikisini de sahnede seyretmiş, ikisi de Yılmaz Güney’in yol arkadaşı olmuştur. Son bir yıl içinde ikisiyle de aynı sofraya oturdum, ikisiyle de iki saatin üzerinde sohbetim oldu. Yılmaz Güney’den de söz ettik, kaçınılmaz olarak, yüzleri gülüyor, anısının, mücadelesinin, coşkusunun önünde hürmetleri var, yol arkadaşlığı yapmanın gururu var yüzlerinde. İkisini de dinlerken, devrimci mücadele içinde şekillenmiş hayatlarının onuru ve gururu yüzlerinden okunuyor: dahası benim en çok hoşuma giden de, ikisi de bugünde geçmişteki duygularını, değerlerini, mücadelenin bilediği dünya görüşlerini büyük bir sadakatle taşıyor hâlâ. Deyim doğruysa, devrimci olmanın insanı insan yapan ve insanı onurlu yapan kimliğini taşımaktan yorgun değil, mutlular. Başta Türkiye Tiyatro Tarihi olmak üzere, 1960–80 arasının siyasal sanat yapma sevdasının belgeselini yapmayı çok istiyorum, çekimlerde yaptık, ama çok daha fazlası gerekiyor. Belgeselin Türkiye’de ne kadar üvey evlat olduğunu bilirsiniz, destek gerekiyor. Ama en güzeli bu insanlarla yaptığımız söyleşilerde, her şey o kadar insanı coşturucu bir sohbet ortamı yaratıyor ki, insanın içini bir sevinç kaplıyor. Davanın coşkusunu yaşayanlara, hâlâ yaşayanlara selam olsun.