Cüneyt Ozansoy, Susurluk "yol kazası'nın ardından kaleme aldığı, Birikim' d e yayımlanan enfes makalesinde, bütün kamu hukukçularının, artık birer gizli işsiz olduğu söylüyordu. Susurluk'u...

Cüneyt Ozansoy, Susurluk "yol kazası'nın ardından kaleme aldığı, Birikim' de yayımlanan enfes makalesinde, bütün kamu hukukçularının, artık birer gizli işsiz olduğu söylüyordu. Susurluk'u bu kadar iyi özetleyen başka bir cümle hatırlamıyorum.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle içine çekildiğimiz siyasi süreçte, bu gizli işsizlere günde üç beş kez mikrofon uzatılarak, sadece itibarları iade edilmedi; pek rahat ve kendilerinden emin hallerine bakılırsa, özgüvenlerini de kazandılar.

Doğal olarak, Körfez Savaşı ve Irak işgalindeki canlı yayın sahnelerini yeniden seyreder gibi olduk. Sağ olsunlar hukukçu hocalarımız bize, bir tür deja vu, duygusu yaşattılar. Öte yandan bu "savaş'ta da emekli generallerin görüşlerine başvurulunca, görüntü, her yönüyle tamamlanmış oldu.

Bütün bu hengame boyunca ileri sürülen 'akademik' görüşlerin değerini tartışma hevesi taşıdığımı saklayacak değilim. Farkındayım, 'değer' sözcüğü burda pek netameli duruyor. İçi pek çok şekilde doldurulabilir tabii ki. Fakat ben, en azından şimdilik, 'değerli' bulmakla 'doğru' bulmayı, aynı anlamda kullanmıyorum. Ayrıca, değerli bulmak üzerinden bir tartışma da açmayacağım.

Aslında, ilk kez karşılaşmamış da olsam, vahim bulduğum başka bir yere gelmek istiyorum. Dolayısıyla 'vahamet' ile ifade ettiğim durum, görüşleri 'doğru ve değerli' bulup bulmamam değil, bu görüşlerin (sahiplerinin), "taraftar'a endeksli bir dili kullanıyor olması. Yoksa şöyle mi söylemeliyim: Bu süreçte dile getirilen tespitler, siyaseten taraf olanların duygularını tatmin etmekten başka bir işe yaramadı. Galiba böyle bir sonuca çok yakın durduğumu söylemem gerek. Şüphesiz, bu sürece damgasını vuran egemen eğilimi kastediyorum.

Ne dediğimi daha iyi anlatabilmem için, şu sorunun cevabını verelim: Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, hukukçuların tartışmasından geriye ne kaldı, bir cümleyle özetleyebilir misiniz? Ama kim 367'ci, kim vekalet konusunda Sezer'ci, diye sorsam, isimler dökülmeye başlar.

"Ne düşündüğünü bırak, kimin yanın-dasın" pankartını açmış bir televizyon haberciliğinin bunu tetiklediğine şüphe yok. Böyle bir formatta, sizin hangi kampta olduğunuz öne çıkar. Daha ikinci cümleyi kurmadan "ben de tam burada şunu soracaktım" diyen bir anchorman sizi yönlendirir. Cehaletin cesareti sanırsınız, halbuki eline tutuşturulan güçle sormaktadır: "Peki bu Meclis'in bir Cumhurbaşkanı seçmesi sizce yerinde bir tercih mi"?

Sonra devreye, korku jeneratörleri girer. Zaten bundan sonra vereceğiniz her cevap, çok daha ağır bedele çağırır sizi. Bir teklif mi yoksa tehdit mi olduğu tartışıla dursun, Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplanma yeter sayısı için 367 gerekmediğine dair düşünceniz, sizi bir hukuki görüşün sahibi yapmaz; bir anda 'toplumsal çatışma'nın kundakçısı olursunuz.

Ama gelin atlar nallanırken, bacağını nalbanta kaldıran kurbağalardan konuşalım biraz da. Cehennemin kapısında, içeri alınıp alınmayacağı henüz belli olmayan 'bizden biri'nin, elinde üç dişli mızrakla bekleyen şeytana, "kardeş burayı ısıtmanız zor olmuyor mu" diyen o ruh halinden...

Biz ölümlüler, hatırlatmak gibi olmasın ama, bazen yaşadığımız hayatımızı, efendimize bırakmadan, ondan önce itinayla cehennem yaparız. Yaşadığımız dünyada bir kapının dibinde elinde fasces tutan birilerine düğmelerimizi ilikler, saygıda kusur etmeyiz. Ortasına balta ağzının yerleştirildiği dal demetleri önünde durmak için elimize tutuşturulan müzekkereler değişir sadece.

Fasces'in önüne bazen Köşk'e dindar, 'alnı secdeye değen' birisini taşımak için yatak yorgan sereriz. Bazen de işte, laik hassayetlerimiz depreşir, bıkmadan usanmadan bileyip dururuz o baltayı.

Güç ve birliği anlatan olan fasces, hatırlatmak gibi olacak ama, eski Roma'nın 'biz dün-yayılar'a armağanı. Faşizm, adını işte bu fas-ces'ten alıyor. Roma'da törenlerde, bazı hakimlerin önünde, iktidar işareti olarak taşınır-mış. Sancak gibi. Hakimlerin iktidarını anlatan fasces. Şaka gibi! Dahası, bugün ABD Meclisi'nin konuşlandığı topraklara, 'Roma' dendiği biliniyor. Şehrin orta yerinden geçen Potomac nehrinin ana kolu bile, uzun yıllar Tiber adıyla anılıyor.

Kayda değer tarihçiler, Osmanlı'nın, temel kurumlarını Bizans - Roma'dan aldığını bize aktarıyor. Cumhuriyetin de, Osmanlı'dan...

Demek, her yol Roma'ya, gerçekten çıkıyor.