Ortada şaşkın olduğu kadar fırsatçı bir iktidar

Ortada şaşkın olduğu kadar fırsatçı bir iktidar yapısı var. Şaşkınlık, hedefsizlik değil. Bu iktidarın hedefleri var; ama bu hedeflerin, devletin ve Cumhuriyetin kurucu ilkeleri etrafında şekillenen toplumsal sözleşme ile uyumlu olmamak gibi sorunları var. Açıkça ifade etme cesareti gösterilemese de, bu bir meydan okuma. Şaşkınlığın birinci göstergesi bu. İkinci göstergesi ise, bu hedeflere varabilmek için kurulan ittifakların niteliği. AKP, içerde, kendi dışındaki sağ akımlarla aynı parti çatısı altında ittifak kurmayı denedi ve seçmen nezrinde bu algılamanı n oluşmasını başararak iktidar oldu. Ama bunun sürmesi nasıl sağlanacaktı? "Özel gündem"in varlığı, ittifakın her an sorgulanması na götürecekti. Nitekim henüz iktidarı n dördüncü ayında yani 1 Mart 2003’te bu gerçeklik yaşandı. Daha sonra çözülmeler başladı. Bunun devamı da gelecek.

 Dışarda kurulmak istenen ittifaklar da aynı akıbete uğramaya başladı. Şaşkınlığın bu boyutunda, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir devletin kuruluş ilkelerini 80 yıl sonra aynı dış güçler sisteminden destek alarak değiştirme senaryosu var. Yani icraatının iç siyasal meşruiyetini dıştan destekle kurma çabası var. Bunun dış dünyada hiç zemini olmadığını söyleyemeyiz. Ama bu tehlikeli oyunun, 11 Eylül sendromunu ve İslam köktendinciliği referanslı terör kabusunu atamamış bir dünyada, yandaşı kadar karşıtı da olacağını hesaba katmak gerekirdi. Bunu hesaba katmayan şaşkınlık, Eylül 2004’te, Türk Ceza Kanununa yerleştirmek istediği zinanın suç sayılmasına dönük Ortaçağ kalıntısı istemini dahi gidip Brüksel’de "ahbaplarla" çözebileceğini ummaya kadar işi vardırabilmişti. Bir ay sonra, 6 Ekim 2004’te AB Komisyonu raporunu "olumlu ve dengeli" olarak niteleyen aynı şaşkınlık, daha sonra 17 Aralık’a kadar bunu değiştirmeye uğraşmış, başaramayınca da, 6 Ekim’den daha bile kötü olan 17 Aralık metnini kabul ederek ülkeye zafer kazanmış komutan edaları yla dönmüş ve Kızılay meydanında gündüz vakti havai fişek gösterisi yapmıştı. Ama çok geçmeden, sadece altı gün sonra, 23 Aralık 2004’te, 17 Aralık belgesinin bazı noktaları nın Türkiye açısından kabul edilemez olduğuna dair bir Dışişleri Bakanlığı notası AB’ye iletilebilmişti! O Dışişleri Bakanlığı’nın seçkin temsilcilerinin 17 Aralık görüşmelerine dahi sokulmayıp, bir mütercim kökenli milletvekili ile fındık ihracatçısı ahbabın "yüksek uzmanlıkları" altında görüşme yürüten, cep mesajlarıyla güya toplantıyı kesme oyunları oynayan (bu oyunların daha çok IMKB’ye dönük olduğu iddiaları daha inandırıcı) bu arabesk zevatın, Türkiye’yi içine soktuğ u zavallı durumun herkes farkına vardı mı? İçerde herkesçe farkedilmemiş olabilir, ama elin oğlu anında işi çözmüş görünüyor.

 Şaşkınlık ve fırsatçılığın şu muhteşem bileşimine bakınız: Aynı sözleşme içeriye davul dümbelek başarı olarak pazarlanırken, dışarıya tiz perdeden işe yaramaz ex post itirazlar yapılabiliyor...

 2005 yılının gelişmeleri, Türkiye’nin en az Avrupalı kesimlerinin, AB’yi ve oradan gelen demokrasi taleplerini bahane ederek, "her türlü tavizi verelim ama bizim içerdeki hedeflerimizin önünü açalım" tarzı çırpınışlarını da söndürecekti...

 İlkeli, omurgalı, kişilikli olmayan politikalar, sadece tek yanlı tavizler vermeye yarıyordu. Son günlerde sürecin artık çıkmaza girdiği herkes tarafından anlaşıldığında, Hükümet korosu, "verilecek başka tavizimiz yok; geri dönmemek üzere gideriz" şarkıları söylemeye başladı. Teslimiyetçilikten ulusalcı bir reflekse geçiş mi? Bunun "eşyanın tabiatı na aykırı" olduğunu anlamak için, Recep Tayyip Erdoğan’ın Wall Street Journal gazetesine yazdığı yazıda (Bir değerlendirme için bkz: Ergin Yıldızoğlu, "Nasıl Yani?", Cumhuriyet 5 Eylül 05) ABD’nin Büyük Ortadoğu projesine verdiği katıksız desteği okumak yeterli olacaktır