ABD’nin 11 Eylül sonrası savaş politikasına yönelik uyarılar haklılığını kanıtladı. Savaşa her zaman para bulunurken ülkede yoksulluk ve gelir adaletsizliği arttı. Şimdi meydanlarda “Bizim savaşımız değil” sesleri yankılanıyor.

Savaş makinesine karşı kitleler ayakta
Fotoğraf: Depo Photos

Liz THEOHARIS

Tarihler 19 Eylül 2001’i gösteriyordu ve 11 Eylül saldırılarının üzerinden sekiz gün geçmişti. Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin liderleri bir olmuş, savaş çığırtkanlığı yapıyorlardı. Bünyesinde çok farklı görüşlerden Amerikalıların bulunduğu bir grup ise askeri müdahalenin olası uzun vade etkilerine dair uyarılarda bulunuyorlardı. Bu grubun içinde Rosa Parks, Harry Belafonte ve Filistinli-Amerikalı Edward Said gibi hak savunucuları, dini liderler ve entelektüeller vardı. Uyarılarını şu satırlarla kaleme aldılar:

“Askeri müdahalenin teröre son vermeyeceğini öngörüyoruz. Aksine, bunun bizi bir şiddet sarmalına götüreceğini; masum hayatların yitirilmesine ve yeni terör saldırılarına sebep olacağını düşünüyoruz. Bu tür terör saldırılarına engel olmak istiyorsak, farklı uluslarla bir topluluk inşa etmeli, uluslararası hukuk çerçevesinde hareket etmeliyiz. Ülke içinde ve dışında adaletin tesisi için çalışmalıyız.”

Aradan yirmi üç yıl geçti ve birçok savaş yaşandı. Bu satırlar hâlâ, Amerika’nın “teröre karşı küresel savaş” politikasına düşülen bir şerh niteliğinde. Gezegenin bir kıyısı yakılıp yıkıldı ve savaşın yarattığı doğrudan ve dolaylı ölümler dört buçuk milyon insanın yaşamını aldı. Savaşların Amerika halkına faturası 9 trilyon dolar olarak hesaplanıyor ve bu rakam da artmaya devam ediyor.

Durum şimdilerde çok farklı. Fakat Amerikan savaş makineleri yine vites yükseltirken, bu sözler yine kulaklarımızda yankılanıyor. Liderlerimizin sözleri ve hareketleri, 21’inci yüzyılın savaş yanlısı politikalarının yarattığı felaketlerini kasıtlı olarak unutmak ve unutturmak üzerine kurulu.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüşülen “insani yardım amaçlı ateşkes” taslağını veto eden tek ülkenin ABD olmasını göz önünde bulunduralım. Hal böyleyken, Kongre üyeleri İsrail’e milyarlarca dolar askeri yardım yapılması ve ABD askerlerinin tekrar Ortadoğu’ya çıkarılması için can havliyle çalışıyor. Uzmanlar bu hamlelerin bölgedeki çatışmaları daha da kızıştıracağını söylüyor (bunların işaretlerini Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’de görmeye başladık bile).

YOKSULA MANİPÜLASYON

ABD devleti, yadsınamayacak gücünü barışı tesis etmek için kullanmayı reddetse de sıradan Amerikalıların farklı kaygıları var. 11 Eylül saldırısını takip eden günlerin aksine, Amerikalıların çoğunluğu İsrail’e daha fazla silah verilmesini desteklemiyor ve Gazze’ye insani yardım sağlanması gerektiğini düşünüyor. Kongre’de görev yapan tek Filistinli-Amerikalı olarak Rashida Tlaib, bir anda istenmeyen kişi ilan edildi ve ateşkes talep ettiği için meslektaşları tarafından kınandı. Halbuki Tlaib, toplumun çoğunluğunun ortaya koyduğu iradeyi temsil ediyor.

Bu durum aynı zamanda kuşaklararası dönüşümü de temsil ediyor. Felaket niteliğindeki Afganistan ve Irak savaşlarının ardından genç kuşaklar Amerikan ordusunu “demokrasinin savunucusu” olarak değil, ölüm ve kaos tüccarı olarak görüyorlar. İsrail’in yürüttüğü savaşın an be an gelen görüntüleri, onlara iki milyondan fazla Gazzelinin topyekün cezalandırıldığını gösteriyor. ABD’yi son 15 senedir ağır ağır yıpratan krizler (2008 krizi, Covid-19 salgını ve iklim krizi) de hesaba katıldığında kitlelerin neden barış istediği daha fazla belirginlik kazanıyor.

Günümüzde Amerikan halkının yaklaşık yarısı ya yoksul ya da yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Genç kuşaklar geleceğe baktıklarında yalnızca çıkmaz sokak görüyorlar. Konuştuğum insanlarda giderek ağırlık kazanan düşünce, devletin onları kaderine terk ettiği. Cumhuriyetçiler (ve zaman zaman bazı Demokratlar) nüfusun tamamına sağlık sigortası sağlayacak ve insanlara yaşamlarını idame ettirebilecekleri maaşlar ödeyecek kaynağımız olmadığını söylediklerinde, Pentagon’un 2023 yılı bütçesinin 858 milyar dolar düzeyini aştığını ve ABD’nin dünyada 750 askeri üssü olduğunu söylemiyorlar. Hazine Bakanı Janet Yellen geçen sene öğrenci kredilerinin affının “ABD ekonomisine zarar vereceğini” öne sürmüştü fakat geçen hafta “iki savaşa yetecek paramız var” dedi. 

Başkan Joe Biden İsrail gezisinden döndüğünde Oval Ofis konuşmasını milyonlarca insan izledi. Konuşması esnasında ABD Kongresi’nden İsrail, Ukrayna ve Tayvan’a askeri yardımlarda kullanılmak üzere 100 milyar dolar ek kaynak talep etti. Kongre, “Çocuk Sahiplerine Vergi İndirimi” yönetmeliğini iptal edeli daha bir sene oldu ve Biden karşımıza geçmiş, toplumsal fayda üreten politikaları tamamen unuttuğunu gösteriyor ve yıkıcı savaş ekonomisinin çığırtkanlığı yapıyor. Ekonomimizi savaş politikaları etrafında şekillendirmemiz, iç politikalarımızın da askerileşmesi anlamına gelecek. Bu politikaların yoksullar ve düşük gelirliler için yıkıcı sonuçları olacak. Dr. Martin Luther King Jr. bu tür hamlelere “yoksulların zalimce manipüle edilmesi” yakıştırmasını yapmıştı. King bu sözlerle 1960’lı yıllarda Vietnam’da savaşan ve ölen Amerikan askerlerinden bahsediyordu. Bugün de benzer bir manipülasyon ile karşı karşıyayız. Liderlerimiz yaygın yoksulluğu kabul edilebilir kılmak için yıllardır “kaynak kıtlığı” tezleri ortaya koyuyor, artan borç ve gelir adaletsizliğine kılıf uyduruyorlardı. Şimdi aynı insanlar yakıp yıkılan Gazze’nin tekrar bombalanması için milyarlarca dolar yardım yapmamız gerektiğini öne sürüyorlar. Fakat anketlere baktığımızda görüyoruz ki ülke kaynaklarının ölüm araçların finansmanı için değil, ülke içinde ve dışındaki yoksulların ve mağdurların yaşamları için kullanılması gerektiğini düşünen Amerikalıların sayısı giderek artıyor.

BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL

Boğucu bir karanlığın içine düştüğümüz şu günlerde, dünyanın pek çok coğrafyasında yapılan barışçıl eylemler adeta bir umut ışığı oldu. Afrika, Asya, Latin Amerika ve Avrupa’da yapılan eylemlere yüz binlerce insan katılarak ateşkes talep etti. Londra’da yapılan eyleme yarım milyon insanın katıldığı tahmin ediliyor. ABD’de on binlerce insan New York’tan Washington’a pek çok şehirde sokaklara döküldü. Eylemlerde her kuşaktan ve her etnik kimlikten insan olması da bir o kadar önemliydi. Breonna Taylor ve George Floyd’un ölümünden sonra kitleler sokağa döküldüğünde yine aynı tabloyu yaşamıştık.

Dostlarım ve meslektaşlarımdan aldığım protesto görüntülerinde eylem yapanlar arasında Yahudilerin de olduğunu gördüm. “Benim Savaşım Değil” ya da “Derhal Ateşkes” yazılı pankartlar taşıyan bu insanların arasında hahamlar dahi vardı. Barışçıl eylem düzenleyen ve Kongre binası önünde dua eden bu insanların 400’ü, eylemlerin ardından tutuklandı. İsrail’e Donald Trump tarafından atanan Amerikan Büyükelçisi David Friedman o sırada X hesabından nefret saçıyordu: “Bu eylemlere katılan Amerikan Yahudileri, Yahudi değillerdir! Evet, işte söyledim!” Georgia eyaleti temsilcisi Marjorie Taylor Greene ise eylemcilerin darbe yapmaya çalıştıklarını öne sürdü.

Düzenlenen eylemler, Gazze’deki soykırıma engel olmak isteyen ve İsrail-Filistin arasında kalıcı barış inşa etme arzusundaki Amerikalıların bir başarısıydı. Ön saflarda savaş yanlıları tarafından piyon olarak kullanılmayı reddeden Filistinliler ve Yahudiler vardı. Yanlarında, bu felaketten ya da Ortadoğu’da şekillenen diğer felaketlerden doğrudan etkilenmeseler de ödedikleri vergilerle bu krizlere alet edildiklerini hisseden Amerikalılar vardı. Onlarla birlikte “Bizim savaşımız değil!” diyoruz.

Bu eylemlerin savaş karşıtı küresel hareket için önemli bir zafer olduğunu söylemek gerek. 2003 yılında başlayan Irak Savaşı’ndan bu yana genç-yaşlı, siyah-beyaz, Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi her kimlikten insanı bir araya getiriyoruz ve barış hareketini büyütmek için yürekli olmalıyız. Şu an inşa ettiğimiz ittifaklar ve ilişkiler, şüphesiz yıllar boyu sürecek.

Evet, yaşananların korkunç bir küresel krize dönüşmesi ihtimal dahilinde. Fakat bu başardıklarımız yine de küçük bir zaferdir.

Çeviren: Fatih Kıyman

Kaynak: TomDispatch’den kısaltılarak çevrilmiştir