Barbara
Şehir doktoru ile taşra doktoru

Berlin Film Festivali’nin 2011’deki Altın Ayı sahibi filmi “Bir Ayrılık”, başka şeylerin yanı sıra ülkeyi (anayurdu) terk etmek ve etmemek arasında kalan İranlı bir çifti anlatıyordu. Berlinale’de 2012’de yarışan ve Christian Petzold’a en iyi yönetmen ödülü kazandıran Barbara’nın filme adını veren kahramanının da derdi ‘Bir Ayrılık’ın kadın kahramanı Simin’le aynı: Ülkesini, (bu durumda) Doğu Almanya’yı terk etmek. İki filmin de erkek kahramanlarının kendi ülkelerinde kalmaktan yana olması, bu benzerliği artırıyor. Ama bu tematik benzerlik dışında iki film tamamen ayrı yapıdalar.

Barbara’yı ilk kez Berlinale’de seyrettiğimde az etkilemiştim, ikinci kez İstanbul’da seyrettiğimde filmi çok daha fazla beğendim. Hatta bence “Berlinale”yi, Barbara’nın kazanması doğru olurdu. Fakat filmin ilk izleyenlerine, hele Alman olmayanlara çıkardığı zorluklar var. Bunu hem kendimde, hem de başkalarında gözlemledim. Kimi kimlikler bulanık kalabiliyor, kimi niyetler net anlaşılamayabiliyor. Barbara’nın birinciliğini bu tip sorunları da engelledi.

Barbara (Nina Hoss), Doğu Almanya’lı bir doktor. Batı’ya geçmek istediği ve pasaport başvurusunda bulunduğu için başkent Berlin’den küçük bir taşra kasabasına sürgüne gönderiliyor. Barbara’nın belli bir politik görüşü olduğuna dair bir fikrimiz film boyunca oluşmuyor. Barbara sadece nefret ediyor: sistemden, düzene ayak uydurmuş insanlardan, taşralılardan. O kendisini muhtemelen daha fazlasına layık gören, burnu oldukça büyük, asosyal biri. Ama Barbara’nın kendini layık gördüğü şey ne? Bundan kendisi de emin değil.

Barbara geldiği kasabada Andre adlı bir doktorla çalışmaya başlıyor. Andre ne kadar sıcaksa Barbara o kadar soğuk. Barbara, Andre’nin kendisi hakkında raporlar tutmakta ve bunu polise sunmakta olduğundan emin. Ve haksız da değil. Ama Andre de bir apparatchik’ten (eski sosyalist sistemlerin “bekçi Murtazaları” için kullanılan bir sözcük) ibaret değil. Son derece derin bir sorumluluk bilinci olan biri o. Düzenle sorunları var ama bu onun insanlara yardım etme idealini hiçbir biçimde engellemiyor. Hatta onun da taşrada olması bir nevi sürgün. Barbara’nın alaycı bir şekilde, “çiftçiler ve işçilerin emeği sayesinde okuduk, şimdi borcumuzu ödemeliyiz” şeklinde, parti sloganlarını tekrarlamasını “yanlış da sayılmaz” diye cevaplıyor. Andre her şeye rağmen acılaşmamış ve asosyalleşmemiş. Aslında Barbara’nın da insani duyguları işi söz konusu olduğunda canlanıyor. Stella adlı asi bir kız, çalışma kampından kaçıp, ormanda keneler tarafından ısırılmış ve menenjit olmuş halde hastaneye getirilince Barbara’nın sıcak ilgisi ve üst düzey doktorluğuyla sağlığına kavuşuyor. Andre de farklı değil. O da beyin kanaması geçiren bir çocuğu benzer şekilde tedavi ediyor. Barbara’nın cinsel açıdan da soğuk olmadığını Batı Alman sevgilisiyle buluşmalarında görüyoruz. Bu buluşmalar sevişmeden ibaret kalıyor genelde. Fakat bir buluşma, Barbara üzerinde bence kırılma noktası oluyor. Sevgilisi Barbara Batıya kaçabilirse, çalışmadan yaşayabileceğini çünkü kendisinin yeterli miktarda para kazandığını söylüyor. Bu mu Barbara’nın istediği? Evde oturmak ve alışveriş kataloglarından tüketim malzemesi seçmek mi? Hayatının anlamı ne? Kapitalizm ona aradığı şeyi sunacak mı? Peki ya taşrada gözetim altında, yokluk içinde, bürokratik ve kuşkuya dayalı bir sistem çekilir mi? Yönetmen Petzold filmle ilgili görüşünü yazarken Anna Seghers’den şu cümleyi alıntılamış: “Geçmişini kaybeden, geleceğini de kaybeder”. Barbara’nın seçimi geleceği kazandıracak mı yoksa geçmişiyle birlikte geleceğini de mi yok edecek?

“Barbara” filmi kolaycı çözümlere yanaşmıyor. Çözüm Batıda demiyor, Doğuyu sert biçimde eleştirirken.

“Barbara”nın senaryosunun içerdiği zenginliğe hayran kalmamak mümkün değil. Oyunculuklar çok iyi, özellikle Andre rolünde Ronald Zehrfeld çok başarılı. Nina Hoss zaten Berlin’den en iyi kadın oyuncu ödülü almış usta biri. Bence “Barbara” yılın en iyilerinden ama bunu ilk izleyişimden sonra söylemezdim.

**

Yasak Aşk
Kokuşmuş Bir Şeyler Var(mış) Danimarka Krallığı’nda

“Yasak Aşk”ın mutlu sonu Türkiye’nin bugünkü ortamına hiç uygun değil. Film gerici ulema ve feodal toprak sahipleri ittifakına karşı liberal bir aydının mücadelesi fonu altında bir yasak aşkı anlatıyor. “Gericilik” siyaset bilimcilerince kabul edilen bir kavram değilse de oldukça anlamlı bir kavramdır kanımca, bu nedenle kullanmakta sakınca görmeyeceğim. Filmin kapsadığı süre boyunca dinci gericilerle, ilerici burjuvalar arasındaki kavga sürer gider, Danimarka Krallığı’nda. Film bittiğinde nihai zaferin burjuvazi lehine nasıl tecelli ettiği yazıyla izleyiciye bildirilir. Tahtın yeni sahibi, ordunun yardımıyla bir darbe yapmış ve gericileri (başta din adamları olmak üzere) iktidardan uzaklaştırmıştır. Sonuç Danimarka için daha fazla demokrasi, daha fazla insan hakkı, daha fazla eşitliktir. Yani konuşma ve basın özgürlüğü, işkencenin yasaklanması, sansürün kalkması, sosyal sağlık hizmetlerinin devletçe sağlanması gibi özgürlükler ve haklar bu sayede kazanılıyor. Olur mu hiç öyle şey, darbeyle demokrasi, en azından burjuva demokrasisi gelir mi? Bastırılan geri dönmez mi? Vallahi film, tarih böyle şekillendi; Danimarka modern ve laik bir topluma ordunun ve kralın darbesiyle, tepeden inme bir yöntemle dönüştü diyor; ben onların yalancısıyım. Tarihte zorun rolü diye bir şey var ve o rol her zaman aynı sonucu doğurmuyor.

Olaylar 1700’lerin Danimarka’sında gerçekleşiyor. Danimarka Avrupa’nın geri kalanına göre çok geri kalmış bir krallık. Burjuva özgürlüklerinden eser yok, toprak sahibi ağalar ve din adamları her şeyi kontrol ediyor. Serfler sanki birer köle, hayatları ağaların keyfine bağlı. Böyle bir ortamda Danimarka’ya, Britanya’dan bir prenses gelin gönderiliyor. Genç İngiliz prenses Anne (Alicia Vikander) Danimarka Sarayı’na vardığında her açıdan şaşkına uğruyor. En büyük şok evleneceği kral VII. Christian’ın (Mikkel Boe Foelsgaard) ruhsal olarak gelişmemiş, çok sorunlu biri olduğunu anlamasıyla gerçekleşiyor. İkinci şok ise sansürle tanışması oluyor: genç kraliçenin yanında getirdiği kitaplar sansüre uğruyor, saraya sokulmuyorlar. Voltaire’ler, Rousseau’lar filan yasak Danimarka’da…

Kocasının kabalığı ve ruhsal sorunları karşısında da şaşkına dönen genç kraliçe, zorunlu görevlerini icra ettikten, yani kocasına bir çocuk doğurduktan sonra, odasına kapanıyor. Kral ise fahişeler, avlar ve tiyatroyla vaktini geçiriyor. Sonra da karısı yanında olmadan iki yılığına bir geziye çıkıyor. Kral dönüşünde saldırgan bir ruh halinde olunca, ona bir doktor bulmak gerekiyor. İşte bu sırada devreye Danimarka’nın Almanya’daki sömürgelerinden birinde yaşayan Doktor Struensee (Mads Mikkelsen) sokuluyor. Saraydaki eski görevlerine dönmek isteyen iki soylu Struensee’yi bu göreve başvurması için ikna ediyorlar. Bu noktada filmin, Struensee’nin saray doktoru olma motivasyonları üzerinde durmaması, filmin sonrası için de maalesef gerçekleşen bir sığlığı haber veriyor. Struensee bize idealist, özgürlüklerden yana biri olarak tanıtılıyor. Ama neden saray doktoru olmak istiyor, neden ruhunu Doktor Faustus gibi paraya satıyor, üzerinde durulmuyor.

Film sadece karakterlerini derinlemesine anlatmama kusurunu işlemiyor. Tarihsel gelişmeyi de, düşüncelerin çatışmasına indirgiyor. O düşüncelerin var oluş sebebi olan, toplumsal, sınıfsal dinamikler filmin çerçevesine girmiyor.

Sonuçta yalnız bir liberal Alman olan Struensee, Kralın doktoru olarak Danimarka Sarayı’na giriyor. Streunsee kralın sadece ruh ve fizik doktoru olarak kalmıyor, onun bir anlamda babası haline geliyor. Çocuksu kral, “babası” olarak gördüğü Struensee’ye tapıyor. Yine şu sorun var: Kral Christian neden böyle biridir, neden bu kadar büyük sorunlar içindedir ve çocuksu kalmıştır? Bunu da anlamıyoruz.

Struensee krala iyi gelmesine iyi geliyor ama aslında doktorun kralı pek de umursadığını söyleyemeyiz ki film Struensee’nin bu ahlak yoksunluğuyla da pek ilgilenmiyor. Sarayın iki yabancısı, Alman doktor ile İngiliz kraliçe arasında kısa bir süre sonra bir “yasak ilişki” başlıyor. Kraliçeyi bu ilişkide yargılamak mümkün değil. O, sonuçta, bir eşya gibi oradan oraya satılan ve aşağılanan küçük bir kız. Fakat Streuensee hastasını, hastasının karısıyla aldatan, onun üzerindeki gücünü kendi kişisel ve politik çıkarları doğrultusunda kullanan yetişkin biri. Politik görüşlerinin ilericiliğiyle, kişisel ahlakının ilkesizliği arasında uçurumlar var. Fakat filmin bu uçurumla da çok ilgilenmediğini ve bu “yasak aşk”ı hemen hemen hiç sorgulamadığını düşünüyorum. Struensee, yasak aşkıyla yetinse belki sorun yaşamayacak ama dincilerin ve feodal ağaların çıkarlarına da çomak sokmaya başlıyor, üstelik filmde görüldüğü kadarıyla hiçbir destekçisi olmadan…

“Yasak Aşk” bu yıl Berlin’de Altın Ayı için yarıştı ve hem en iyi erkek oyuncu (Foelsgaard) hem de en iyi senaryo (Rasmus Heisterberg, Nikolaj Arcel) ödüllerini kazandı. İyi bir prodüksiyon olmasına karşın filmin ne karakterlerini ne de dönemin dinamiklerini derinliği olan bir bakışla anlatabildiğini söyleyemem. Ama seyredilir mi, seyredilir. Ayrıca dinsel gericiliğe, sansüre ve işkenceye karşı çıkıp, sosyal ve laik bir devleti savunuyor.