Şehirlere sosyolojik pencereden bakınca demografik yapı, herhalde en ilgi çekici hususlardan biri olur. Bu başlık içinde; cinsiyet, yaşlı-genç-çocuk, okuma-yazma ve eğitim seviyeleri, kır kökenli nüfus, medeni hal, meslekler, diller, inançlar gibi pek çok bakımdan nüfusa ilişkin bilgiler yer alır. Bilhassa bu sonuncular, o mekânlarda geçmişte hangi kültürlerin yaşadığına da gönderme yapar ki bu, toplumsal hafıza bakımından da değerli bir mirastır.

Dünyada olduğu gibi Türkiye şehirlerinin demografik niteliklerini konu edinen oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Sadece TÜİK raporlarını izlemek bile bu demografik haritaya dair kapsamlı bir bilgi verebilir. Fakat bu raporlarda şehirlerin dilsel-inançsal kimlik özelliklerine yer vermemek neredeyse bir politik adet olmuştur. Gerekçeleri de elbette ‘politiktir’. Ne var ki nüfusun dilsel-inançsal kimliklerine ilişkin bilgiye yer vermeden şehir demografisini ve/veya şehir sosyolojisini anlamak olanaksızdır.

∗∗∗

Demografinin asıl işlevi ve ilgilendiği husus tam da bizdeki biçimiyle ilgilenmiyor göründüğü alandır. Sözgelişi Gürcülerden bahsetmeden Kocaeli şehir demografisine dair yazılan her şey eksik kalır. Laz dili-kültüründen bahsetmeden Artvin’i anlayamazsınız. Çanakkale Pomaksız, Edirne Romansız, Adapazarı Abhazsız, İstanbul Rumsuz, Diyarbakır Kürtsüz, Mardin Süryanisiz, İzmir Yahudisiz nasıl anlatılabilir? Ne yazık ki Türkiye’de olan budur. Bütün tecrübelerin gösterdiği gibi bu ülkede ‘milli şehir’ inşa politikaları bu sahici ve en önemli demografik/sosyolojik olguyu tasfiye etmeyi, bu mümkün değilse bile görünmez bir alanda tutmayı tercih etmiş ve şehirlerin toplumsal hafızasına da ciddi bir zarar vermiştir.

Bu politikalar nedeniyle Türkiye’de şehir demografisinin görünmez kalmış pek çok kadim rengi var ve onlardan birisi Ermenilerdir. Bugün hâlâ bazı şehirlerde söz konusu demografinin niteliğin mekânsal, kültürel ve dilsel izlerini görmek mümkündür. ‘Eski Ermeni konağı’, ‘Ermenilerden kalan ev’, ‘Ermeni Kilisesi’, ‘Ermeni meşatlığı’ gibi bütün bu mekânsal izler, yüz yıldan daha önce bu şehirlerin demografik yapısında, Ermeni topluluğun var olma düzeyine işaret eder. Bu durumu kimi anlatılardan ya da çok büyük ölçüde değiştirilmiş yer isimlerinden izlemek de mümkündür. Bilhassa bu sonuncular bakımından Sukras Eprigyan’ın derlediği ve Sevan Nişanyan’ın Türkçeye çevirdiği, Liberus yayınlarından çıkan Türkiye’nin Ermeni Coğrafyası kitabı oldukça detaylı bir bilgi ve haritalar sunmaktadır.

∗∗∗

Şehir demografilerinde Ermeni izlerinin daha özel örneklerini görmek için belki de şehirlerin öykülerine odaklanmak lazım. Mesela Van onlardan biridir. ‘Soylu ülke’ ya da ‘prensler ülkesi’ anlamına gelen tarihteki adı ile Vasburagan bugün artık yoktur. Soylu veya prens Ermeni de yoktur ama kuşaklararası anlatılarda neredeyse bu detayların hepsini görebilirsiniz. ‘Dünyada Van, Ahirette Cennet’ sözü de hâlâ Ermenilere referansla sıklıkla kullanılıyor.

Söz konusu demografik izleri bazen daha tekilleşmiş örnekler üzerinden görmek de mümkün. Mesela William Saroyan’ın ata memleketi Bitlis’le kurduğu ilişki böyledir. Saroyan’ın Bitlisli Ermeni ailesi yıllar önce Amerika’ya göç etmiştir. Saroyan, 1964 yılında Bitlis’e ilk kez geldiğinde 56 yaşındaydı ve şehrin demografik izlerini aramıştı, bulmuştu da. Bunun etkisiyle “Bitlis’te yaşamak, yürümek, yemek, içmek uyumak; burada ölmek, ölülerimle birlikte olmak istiyorum” diye yazmıştı.

Elbette aynı demografinin bir parçası olarak kalmış ama Saroyan kadar ‘şanslı’ olmayanlar da vardı. Kim bilir onların sayısı belki de on binleri buluyordu. Tıpkı bütün ömrünce Arapgir’e hasretini konuşan ama ziyaret etmeye ‘takati’ kalmamış ve hatta kendini mahkemeye verip adının ‘Neriman’ olarak değiştirilmesini isteyen Vartani gibi. Onların büyük çoğunluğu ‘hatun ya da er kişi niyetine’ camilerden son yolculuklarına uğurlanmışlardır. Ama ardından kısık seslerle kimlikleri konuşularak. Özetle sosyolojik bakışla şehir demografileri işte böyle dramatik öykülerin toplandığı bir depo gibidir. Görmek için kapısını açmak lazım.