Geçen hafta bu köşede, demokrasiye en çok ihtiyacı olan işçi sendikalarının, aslında tabii ki işçilerin, işçi sınıfının;.....

Geçen hafta bu köşede, demokrasiye en çok ihtiyacı olan işçi sendikalarının, aslında tabii ki işçilerin, işçi sınıfının; demokrasiyi kendisinden esirgeyenlerin başında geldiğini söylemiş ve bu konu üzerinde biraz daha konuşmak istediğimi belirterek yazıyı bitirmiştim.

"Yerim dar"; bu nedenle bu köşeyi mümkün olduğunca "ekonomik" kullanmam gerektiğinin farkındayım. Bu alandaki yasal düzenlemenin demokrasiye kapalı olduğunu, daha doğrusu sadece seçim - sandık süreciyle sınırlı bir demokrasi vazettiğini, yani aslında demokrasinin sendikalardan esirgendiğini de belirtmiştim. Ancak temel vurgum bunu içermekle beraber, bundan çok farklıdır. Sendikalar, kurumsal yapısı, yönetici formasyonu ve sı-

nıfla ilişki biçimi ile bir bütün olarak, demokrasiyi istemiyor. Demokrasiyi güçlendiren, ama aynı zamanda demokrasi içinde güçlenebilen çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık, sendika nomenklaturası için ciddi tehdit oluşturmakta.

Yirmibeş yıla yayılan bu erozyon, asıl ciddi tahribatını, buna direnebilme potansiyelini taşıyanlarda göstermiştir. Elinde muhalefet bayrağı varken çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık kavramlarını dilinden düşürmeyen bir "mücadele anlayışı", çok geçmeden bu ilkelerin "sınıfa fazla" olduğunu, tıpkı "halk" gibi, işçinin de demokrasiden anlamadığını, "tecrübeyle" kavramaktadır. Sendikaların bütün enerjisini şubelerden başlayan iktidar kavgalarında harcaması, aslında aynı dili kullananların neden bu kadar çekiştiklerini de anlamamızı gerektirmektedir. Sendikalar, "neyi paylaşamıyoruz" sorusunu birbirine uygun zamanlarda soran akıllı, ratio sahibi insanların dünyasıdır.

Şu fotoğrafı, size de göstermek istiyorum. Bir sendikanın yöneticileri aleyhine, aynı sendikanın bir şubesinin yöneticileri tarafından, bir taşınmaz alım satımında yolsuzluk yapıldığı ve menfaat temin edildiği iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunulur. Savcılık iddiayı ciddi bulur ve bu yöneticiler yargılanırlar; mahkeme genel başkan da dahil olmak üzere yöneticilerin atılı suçu işledikleri kanaatine varır. Dava Yargıtay'da iken, "Rahşan Affı" sonucu beş yıl içinde aynı nitelikte bir suç işlememek kaydıyla dosya işlemden kaldırılır. Bir süre sonra yapılan genel kurulda, suçlayan sendikacılardan ikisi ile, suçlanan genel başkan, birlikte liste çıkarıp, yönetime aday olurlar. İşçi, menfaat temin ettiği iddiasıyla suçlanan ve hakkında kesinleşmemiş mahkûmiyet kararı bulunan (ve bu bakımdan tabii ki suçsuz) genel başkan ile, suçlayan şube başkanı ve şube sekreterinin yer aldığı listeyi hem de önemli bir sayısal destekle yönetime getirir. Daha doğrusu suçlanan, zaten onbeş yıldır genel başkandır; suçlayan şube başkanı da aynı listeden seçilir ve birlikte sendikayı yönetirler. Bu üç sendikacıyı bir araya getiren ortak değerin ne olduğunu kimse sormamış, muhalefet sormuş ise de, sonuca bakılırsa, 'dersini almış'tır.

Ortak değer, dedim. İktidar olmak veya iktidarı kaybetmemek güdüsüne bir değer atfedebileceksek, değer diye devam etmekte bir sorun yok. Tek değer bu güdü olduğu için, bunun dışındaki her şey derhal ve çok kolay elden çıkarılabilir görünüyor. Bu dünyanın aktörleri, bundan daha başka bir ortak payda aramıyor, zaten. Bu ortak payda, doğası gereği, sizi çok sert görünümlü bir kapışmanın tarafı yaptığı gibi, iktidarın nimetleri etrafında tamamen mimik ve jestlerden ibaret bir beraberliğin unsurları da yapıyor. Vefa, sadakat, ihanet gibi kavramların içeriği, her olayda yeniden tanımlanıyor böylece. Bugün hırsızlıkla suçladığı başkanla yarın kol kola giren birini ayıplayacak bir "içtihat" olmadığı gibi, tam tersine siz, genel kurulu, yani demokrasiyi hazmedememek gibi bir ayıpla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Bir fotoğraftan yola çıkıp "işçi sınıfının ekonomik demokratik mücadelesi" üzerine çok ağır ve haksız yargılarda bulunduğum ileri sürülebilir. Ayrıca birileri, bu resmin "bir" yere ait olduğunu gösterip, o yerde olmamakla teselli bulabilir, hatta gurur duyabilir. Herkes rahat olsun. Sanıldığı kadar büyük bir etik sorunla karşı karşıya değiliz.

Sorun, sendikaların kan kaybetmesini etkileyen dışsal faktörleri görüp görmemek değil, sendikal bürokrasiyi yaratan sendikacılık anlayışı ile bizzat sendikaların hesapla-şamaması, dahası, bu konforu terk etmek istememeleridir.

Böyle bir terke onları zorlayacak bir direncin olmaması: evet işte bu, çok daha vahim olanı budur. Yoksa sendikaların 22 Temmuz'da tatilde olmaları, sadece bir sonuçtur. Not: Cumartesi günü yayınlanması gereken Akif Kurtuluş'un yazısı teknik bir nedenle bugün yayımlanmaktadır. Okurlarımızdan ve Akif Kurtuluş'tan özür dileriz.