Eskiden çok eskiden takım kadroları bu kadar çabuk değişmezken, bir futbolcuyu yıllarca aynı renkler içinde görürken, Japon kaleler Alman kalelerle yarışırken ezbere kadro saymak diye bir şey vardı. Öyle ki belki bugün tuttuğu takımı söyleyene “İlk 11’i say.” demek ya da “Tuttuğu takımın ilk 11’ini bile sayamaz.” diye aşağılamak da yüksek ihtimal buradan yadigârdır. Gönül verilen takımın 11’i zaten forma numaralarıyla sayılır. Zaten forma numaraları şimdiki gibi plaka numarası özelinde alınmadığından hatırlamak da çok zor olmazdı. Hepimizin kendi takımı haricinde tuttuğu bir Avrupa takımı ve bir de milli takımı olurdu.

Arsalarda maç yapılan o dönemde birçoğumuz Milanlıydık. Milan’ın nerede olduğunu tam olarak bildiğimizi sanmam. 116 yıl önce bir Aralık ayında kurulduğunu da bilmezdik. Ama kadrosunu bilirdik. 80’lerin sonu 90’ların başında aklı basan futbol delisi hemen her çocuk bilirdi. Mahalledeki bir çocuk tüm kadroyu adları ve soyadlarıyla hızlıca sayar, futbolcuların boylarını ve kilolarını da ezbere bilirdi. Bir diğeri Milan’ın İtalyan oyuncularını art arda sayarken İtalyanca konuştuğunu iddia ederdi. Kimler geldi kimler geçti takımdan. Marco Van Basten, Ruud Gullit, Frank Rijkaard, Maldini, Albertini, Inzaghi, Seedorf… Kadroya bakınca o dönem çoğumuzun Hollanda milli takımına sempati duyduğunu anlamak da zor değil sanırım. Çocukken toplumdan çok ayrı düşmemek mi yoksa gücün yanında olup kazananın yanında olmaktan mı bilinmez Milan yükseldikçe daha da sevdik. Sonuçta “Haticeye değil neticeye bak.” “1-0 olsun bizim olsun.” cümleleriyle büyütülmüş nesildik. Yıllar geçip takımın sahibi Ancelotti olduğunda daha da sevdik.


Yıllar geçip Galatasaray UEFA Kupası yoluna çıktığında karşılaşmıştık Milan ile. Gruptan çıkmak için ölüm kalım maçı olsa da karşımızdaki takım Milan’dı ve belki de zihinlerde çocukluktan kalma bir korku vardı. Hastaydım ve evdeydim. Pijamalarım üstümde uğurlu formamı giymeme totemi yapmıştım. Maç başladı elbette her grup maçı gibi oynanan diğer maçlar da bizim için önemliydi. Chelsea, Herta Berlin’i 2-0 yenmişti. İlk golü yediğimizde umutlarımız biter gibi olsa da adını her seferinde farklı telaffuz ettiğimiz Capone beraberlik golünü attı. O dönem Avrupa başarılarına apartmanca, semtçe sevindiğimiz zamanların sonuna tekabül ediyordu ve gol sesi hem bizim salonu hem de sokağı inletiyordu. Derken Galatasaray’ı grupta sonuncu yapmaya sebep olacak gol geldi. Taraftarlık öyle bir ruh hali ki insan umudunu hiç kaybetmiyor, imkânsıza inanmak için tutunacak bir dal arıyor. Hakan Şükür skoru eşitlediğinde pijamalı ben heyecandan kalbimin yerinden fırlayacağını hissetmekle kalmayıp göğsüme saplanan sancı ile yerdeydim. Maçın bitmesine çok az kalmıştı ve yerde de olsa sonuna kadar izlemeye kararlıydım.

Dakika 90 oldu ve hâlâ umutla beklediğimiz gol gelmedi derken o penaltı oldu. Umut taraftarın ekmeği. İddia ediyorum bunca taraftar takımına gösterdiği inancı işine gücüne gösterse ekonomi bambaşka bir yerde olur. İşte o umut anı Ümit Davala’nın gole çevirdiği penaltı vuruşu ile ete kemiğe büründü. Yolun sonunun UEFA Kupası’nı kaldırmakla biteceğini hissettim mi bilmem ama o maç yerde, göğsümde ağrı, yüzümde gülümseme, pijamalı halimle çok hayal kurdum. Sonrasında atılan “Yendik Milan” başlığını içim kaldırmasa da o galibiyet çok ufuk açtı hem bize hem futbola.

Milan’a hâlâ sempati duyuyorum en azından çocukluk yıllarıma güzellik kattığı için, Maldini’nin sadakati için, Gullit’in saçları için, Inter rekabeti için. Ama her şey gibi onun da aynı kalacağını düşünmemiştik, endüstriyel futbol yanılmadı.