1980’li yılları hatırlıyorum: o yıllarda Avrupa’dan gelen filmlere özel bir düşkünlüğümüz vardı, bunlara sanat filmleri diyorduk. Genelde sinema salonlarına çok az geliyorlardı. Boşluğu ise videokasetlerde bulmuştuk. Sinema tarihine bir yolculuk gibiydi.

Esasında dünya sinema tarihinde gezinmek gibi yorumlanabilecek bu ‘keşfetme merakı’ Türkiye’de sinema yazınına çok az katkıda bulundu. Sinema yazarlığı Türkiye’de her zaman çok az gelişmiş, fikir üretme yetisi sinema yazarlarına pek bulaşmamıştı. Gerçek anlamda Türkiye’de sinema tarihine baktığımızda ne görüyoruz? Türkiye’de sinema eleştirmenlerinin büyük bölümünün kibirli ve mesleki derinlikten yoksun olduklarını! Sinema tarihimize gömülü gibi duran yönetmen/eleştirmen çatışmasının asıl nedeni buydu, şimdi hâlâ devam ediyor. Niçin kibirli? Çünkü az bilip çok konuşana öyle diyorlar. İlginç olanı esasında ürettiklerine baktığımızda ise kayda değer bir literatür yok! Sinema yazınımız yüzyıllık tarihsel dönemde esas yapısı itibarıyla kültürel yoksulluğumuzu yansıtıyor. Niçin mesleki derinlik yok?

Çünkü sinema tarihindeki önemli filmleri seyredip bunları anlamayan ve bunlar hakkında esaslı söz üretmeyen insanların durumu buna uyuyor, söylem nesnesini incelemeye yetmiyor. Ayrıca da tembeller! Niçin? Çünkü seyrettiklerini derinden yorumlayamayan insanlar, dünya literatüründe filmleri anlayan insanların yazılarını, kitaplarını, söyleşilerini, sanat tarihini, felsefe tarihini, insan bilimlerini, psikolojiyi anlatan insanları da yeterince okumuyorlar ya da idrak edemiyorlar. Yeşilçamcıların sinema eleştirmenleri hakkında söyledikleri söz esastan doğrudur: sinemacı olmak isteyip hiçbir halta yaramayan insanlar eleştirmen oluyorlar. Sonra da haset türevi davranış ve sözlerle filmler hakkında ileri geri konuşuyorlar!

Dünya Sineması ile Türkiye Sineması arasında bağlar kurup onlardan bu toplumun en önde gelen sanatçılarının ve özellikle sanatseverlerin yetiştirilmesinde onlara rehberlik edecek en esaslı kurum Sinema Yazarları olmalıydı. Dolayısıyla, şimdi yeni bir denklem karşımıza çıkıyor:

Yönetmenlerimizin ve senaristlerimizin dünya sinemasından öğrendikleri ile bunları kendi sinemamıza uygulamaları sürecinde elde ettikleri başarılara bakalım:

Aynı süreci eleştirmenlerimizin ve sinema tarihçilerimizin ne kadar başardıklarına bakalım:

Sonuçta yönetmenler ve senaristler çok daha başarılı olmuşlar, sinema yazarlarının performansı ise esas yapısı ile hiçbir zaman aşçı olamayan en fazla Nezih bir gurme olmaya çalışan bir tavır var. Bu tavır mesleki kusurun nedeni ve köküdür!

Yeni Türkiye Sineması ne yaptı peki? Onlar zaten eleştirmenler ve sinema yazarları bu işi yapamıyor, o zaman biz ne yapalım dediler! Yanıt olarak da doğrudan biz bu filmleri seyredelim “araklama yönünden kim mahirse, o başarıya ulaşır” diyerek sinema tarihine ‘haçlı seferleri’ yaptılar.

Bu işin esası bu ülkede en aksayan taraf sinema literatürünün yoksulluğu ve sanat eserlerine tepeden bakan tavrı olmuştur, mesela bugün için baktığımızda ne görüyoruz? Filmlerimizdeki derinlik ve sorunsallığın büyük kısmı sinema literatüründe hiç bilince çıkartılmadan kalmış! Hakkını teslim etmemekten, Avrupalı ‘sanat eserlerinin’ nezihliği ve derinliğini sopa yapıp yerliyi dövmeye, cilalı ve içinde çok derin şeyler olmayan filmlerin övgüsüne kadar en büyük kusurları sinema yazarları istikrarlı ve yorucu şekilde icra ettiler ve ediyorlar.

Bugün Türkiye’de sinema yazını geçmişe göre çok daha geriledi, çok daha kurulaştı ve söylem derinliğini daha çok kaybetti: buna yeni bir şey daha eklediler, para kazanmak için sinema yazarlığının yetmediği durumlarda sektörde pek çok durumda ‘ihale’ almak için çırpınıyorlar. Oysaki sinema yazarlığı reklam ve tanıtım anlamına gelmez ki, ayrıca tanıtım bülteni yapıp piyasaya albenili sunmak da yazarlığının asıl vasfı olamaz. Bu durum ne kadar devam eder, bilmiyorum, ama esastan mesleki ahlakı ve mesleki kimliği çok yıprattı ve ortalığın toz duman içine bulanarak mesleğini tanımına ve mesleğin toplumsal algısına zarar verdi.

Türkiye’deki sinema dünyasında en temelinden kusurlu ve esasında yetersiz kurum sinema yazarlığı oldu, bu yüzden de sektörde ve hatta sanatseverler arasında en saygıdan uzak mesleki kollardan birisi de sinema yazarlığı haline geldi.

Mesela kendi geçmişime baktığımda, Siyad içinde yılın en iyi yabancı film seçiminde Kill Bill 1 ve Kill Bill 2’nin yılın en iyi yabancı filmleri seçildiği Siyad toplantısından sonra bu kurumla hiçbir manevi bağım kalmadı. O zaman inanamamıştım, şimdi ise sadece kabul edemediğim bir olgu. Ayrıca film seçimlerinden önce filmler ve geçen sezon hakkında hiçbir ciddi tartışma yapmadan oylama yapılmasını da en başından beri hayalkırıklığı olarak yaşadım ve şimdi de aklım almıyor.

Sinema yazarlığı kendi mesleki alanını tanımlamalı ve kendi meslek ilkelerini oluşturmalı: ilk önce de üretken ve kreatif olmayan insanların mesleki temsilin en kritik yerlerinde bulunmasına engel olmalı. Bir film üretmek nasıl kreatif bir iş ise, aynı zamanda fikir üretmek de felsefi ve edebi olduğu zaman ancak öncü ve yol açıcı olabiliyor. İlk önce sinema tarihindeki önemli yazıları ve fikirleri ve bunları üretenleri öne çıkarmalı ki meslek arınarak kendi öz kimliğini bulabilsin.