Sinema biraz hayattan bile daha ciddi bir iştir. Yani siz giderek tekerrüre dönüşmüş, basit ölçekli, muhabbeti tüketmiş, boş zamanlarınız

Sinema biraz hayattan bile daha ciddi bir iştir. Yani siz giderek tekerrüre dönüşmüş, basit ölçekli, muhabbeti tüketmiş, boş zamanlarınızı toplu olarak öldürerek yaşayabilirsiniz. Ama bütün bunları kendi içeriksizliğiyle ve sıradanlığı ile sinemaya aktarırsanız o zaman değil film, abesle iştigal etmiş olursunuz.
Siyah Beyaz için ilk söylenecek olan, olağanüstü kötü bir senaryoya sahip olmasıdır. O kadar ki bu senaryo yapısal olarak yenilenmeden, neredeyse bütün diyalogları yeniden yazılmadan hiçbir şey yapılamaz. Filmin ciddiye alınabilecek hiçbir atmosferi yoktur. Meramı yoktur, meselesi yoktur. Kendi anlattığı tükenmiş ilişkilerin ortasında, sözünü tükettiği yerde, estetik olarak da kimlik kazanmadan varoluşu bir anlam kazanmadan öylesine karşımıza gelmektedir.
Ama başka bir şey var ki orası önemli: ben filmi seyrederken, bunun yalnızca bir film olmadığını düşünmeye başladım. Biran için orada öylesine hayatı tüketen ilişkilerin ortasında kala kaldığımı  düşündüm. Bir an için Siyah Beyaz barının müdavimlerinin niye öyle yaşadıklarını düşündüm. Kim bunlar, dedim kendi kendime. Ve ardından niçin bu haldeyiz sorusuna yanıt aradım.
Sevgili dostlar, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki bu ülkede neredeyse kendi söz hakkımız yok. Bu ülkede her tarafımızdan akıl dışılık akıyor. Her şey gün ışığında olmasına karşın, toplumumuzun bundan haberi yok. Hayatlarımızdan coşkularımız ve ideallerimiz köklü bir şekilde uzaklaşmış. Neredeyse inanmadığımız hayatları yaşıyor gibiyiz. Çünkü inandıklarımızı gerçekleştirebileceğimiz koşullar yok. Ne elimiz birbirine uzanıyor, ne de aklımızın yettiğini, güzelduyumuzun hissettiğini gerçekleştirecek imkânlara sahibiz. Toplum vicdanı dediğimiz, kendi kendine muhasebe yapan her şeyimizi kaybetmiş gibiyiz. Her tarafımızı “olmayan meydanların kahramanlarının” attıkları nutuklar kaplamış. Peki, bütün bunlar nasıl oluyor? Filmi seyrederken bir anda bunları düşündüm. Abicim, toplumun içinde Siyah Beyaz barın müdavimleri ya da müdavimi olacak olanlar on yıllardır orada kös kös oturup yaşadıkları için, kafayı çekip kâğıt oynayarak oturdukları için, en güzeli de “kelleleri gövdelerine ağır geldiği” için Türkiye cümbür cemaat sürüklenip gidiyor. Meydan hayali kahramanların gür fakat sahte suratlarından yansıyan seslerle şekilleniyor. Hayatı tüketmeye bu kadar meyilli olduğumuz için bütün toplum tasarımlarımız yıkılıyor ve ilişkilerimiz bir yandan çürümeye o da olmazsa ruhsuzlaşmaya başlıyor.
Geriye yıkıntılardan oluşan bir tablo çıkıyor. İnsanların yalnızca erdemli hayatlar sürmeleri yetmez, erdemlerini savunmaları ve yaşatmaları da gerekir. Ama yaşamın biricik özelliği, garip bir beşli üzerinden, ruhunu kaybetmiş bir akşamcı topluluğu yaratarak, olmazsa olmaz bir özellik olarak insanın mahiyeti üzerinden yola çıkıp hayatla kesişen düzlemde pek etkili fırça darbeleri yapmak eksik kalınca geriye kalan ilişkiler yığını bir tür suç ortaklığına dönüşür. Bu tükenmişlik hissi, hayatın estetize edilmesini imkânsız kılar. Siyah Beyaz, yaşadığımız derin toplumsal yıkımların ortasında, hiçbir şey yapmadan bekleyen büyük çoğunluğun manasızlık gösterisine dönüşüyor. Evet, oradalar, her gün toplanıyorlar, iki kadeh yuvarlıyorlar. Her gün bir öncekinin aynısı, yarın da bir şey olmayacak. Ne enerjileri var ne de ruhları. Filmi seyrederken Brecht’in şu ünlü Almanya/ Avusturya karşılaştırması aklıma geldi:
Almanya’da faşizmin yükselişi sonrasında Brecht biraz da kaçarak Viyana’ya gelir. İkisini karşılaştırır. Almanya’da inanılmaz bir aksiyon ve enerji halinde toplum çalkalanırken, toplumun iri gövdeli ama başsız, yani düşünmeden hareket ettiğini söyler. Toplumun devinirken aklını kullanmadığını söyler. Oysa Avusturya kafelerinde her gün toplanan yüz binlerin pek zeki olduklarını, okuyan düşünen insanların pek muteber muhabbet yaptıkların anlatır Brecht, ama burada bir başka şeyle karşılaşır, düşünen insanın eylemini yapacak hiçbir enerjisinin ve eyleminin olmadığını söyler. Yani orada, 1930’ların hemen başındaki Avusturya’da aklın yöneldiği bir pratiğin, aklın kendini gerçekleştirecek, kuvveden fiile geçecek bir eylem pratiğinin olmadığını belirtir. Burada baş vardır, gövde yoktur, eylem yoktur, sokakların boşluğu karşısında, kös kös oturmuş insanların kendi söylemlerinde yarattıkları dünyanın nesnel ve maddi bir karşılığı yoktur. Brecht bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra, ikincisinin daha beter olduğunu söyler. İşte Türkiye’miz, bu ikisinin birleşimidir. Üç kuruşluk düşünürlerimiz, onlardan da beter bir şekilde kitleleri ile hayatımızı kuşatıyorlar, batıl inanç cehennemine ve akıldan uzak yasak/erdem/baskı/başsız pratikleriyle bizi sürüklüyorlar. Başlı olanlarımızın ise gövdeleri yok, akılları pratikle ve hayatın maddi yönüyle bağlarını yitirmiş, kuvveyi fiile dönüştürecek bir geçiş yok. Onlar orada oturuyorlar, kendi tükenmiş ilişkilerini yeniden üretiyorlar, bu hayatın içinde ihmal edilen, hatta neredeyse bilinçli olarak yadsınılan bir gerçeklik var. Oturdukları mekânda yadsıdıkları yaşamın yeşil yüzüdür, onlar teorinin gri alanlarında giderek karşı çıkacakları –biraz ucuz da olsa- skolastik bir söylem yaratıyorlar. İşleri şikâyet etmek ya da ellerinden geldiği kadar görmemezlikten gelmek, katlanma kapasitelerini artırmak için iki kadeh yuvarlamak.
Gerçek şu ki Siyah Beyaz biraz da hayatı yadsımaya çalışanların hikâyeleri üzerine kurulu. Başsız gövdeleriyle inanılmaz ve akıldışı pratikleriyle hayatımız kuşatılırken, onlar içerdeler, iki kadeh yuvarlayıp toplumun yaşadığı büyük yıkımların değil, Siyah Beyaz’ın kapatılıp kapatılmamasını kendilerine en büyük sorun olarak addediyorlar. Çünkü kendi kurtarılmış bölgeleri olarak görülüyorlar, elbette şimdilik, çünkü yarın öbür gün Red District alanına taşınacaklar, haberleri yok. Geçmiş olsun.