80'li yıllar boyunca birçok devrimci genç için idoldu. Kalemi kıvraktı, veluttu, birkaç ay içinde tuğla gibi bir kitap yazıyordu.

80'li yıllar boyunca birçok devrimci genç için idoldu. Kalemi kıvraktı, veluttu, birkaç ay içinde tuğla gibi bir kitap yazıyordu.

Açtık; ekmeğe de, bilgiye de... Ekmeğe saldırır gibi saldırıyorduk kitaplarına; açlığımızı yatıştırıyordu. Zora düşünce, bir "tez"ini açıyor, sabaha kadar "çalışıyor", tartışmaktan yorgun düşüyorduk. Aydınlara takmıştı, hallaç pamuğu gibi atıyordu.

Katıldığı panellere akın ediyorduk. Şan Tiyatrosu'nda, Konak Sineması'nda, Bilsak'ta sesi gür çıkıyordu. Kafamızı açıyor, ufuklarımızı genişletiyordu.

Veya biz öyle sanıyorduk!

Aziz Nesin'le olan polemiklerinde ondan yana tavır alıyorduk. Ahmet Altan'a, Mehmet Eroğlu'na, Latife Tekin'e saldırmasını "mubah" görüyor, bütün o yazarlara yaptığı haksızlıklara suç ortaklığı yapıyorduk.

Hoca söylüyorsa doğru söylüyordu!

Kalemine doladığı birçok kişi "eylülist"ti. "Yeni bir Cumhuriyet" öneriyor, herkesi "21 yaşındaki Fatih kadar geniş ufuklu olmaya" davet ediyor, Sabahattin Ali'nin "korkaklığından" dem vuruyor, herkese bir kulp takıyor, bir tek Bilgesu Erenus'u aklıyordu. Türk aydının hödüklüğünü, aymazlığını herkesin yüzüne haykırıyor, farklı bir aydın portresini çiziyordu.

Hemen herkesi kesiyordu. Seveni çoktu, keskin zekasının karşısında herkesi kendisine hayran bırakıyordu.

Bütün bir 80'li yıllar boyunca soluk borumuzdu; adeta onunla nefes aldığımızı sanıyorduk.

***

Sonra biz büyüdük; kendi soluk borularımızdan solduğumuzun farkına vardık.

O ise bu kez "Kürtler Üzerine Tezler"le çıktı ortaya. Yeni bir maden bulmuştu! "Yeni Ülke" gazetesine yazılar yazmaya başlamıştı. Abdullah Öcalan "Apo kardeşi" olmuştu ve artık Kürtlere yol gösteriyordu. Bekaa'ya gitti, bir valiz dolusu röportajla geri döndü; röportajları hava alanında polise "kaptırttı".

Elinde kalan tek şey, Öcalan'la yaptıkları Fatoş Güney dedikodusuydu; o dedikodu da Hürriyete manşet oldu.

Sonra yurt dışına kaçtı. Paris'e yerleşti. Med tv'ye çıkmaya başladı. Hoca artık Kürtlerin yeni rehberiydi. Söylediği her şey kutsal kelamdı!

Sonra nedense Kürtlerle arası bozuldu. Yurda döndü. Bir süre hapis yattı ve farklı bir Hoca olarak çıktı dışarı.

***

Dışarıda "televole" devri hüküm sürüyordu. Mahrem olan her şey ortalığa saçılmış, hayatımızın tam ortasına, magazinin yeni starlarının şaşalı hayatları oturmuştu.

Hoca, önce İP'e un sermeye başladı. Tutmayınca yeni dönemin sularına yelken açtı. Özel bir magazin türü geliştirdi. "Sol paparaziliğe" soyundu. Artık Ali Suavi, Namık Kemal, Mustafa Suphi, Nazım Hikmet, Niyazi Berkes, İdris Küçükömer, Cemil Meriç, Behice Boran gibi aydınlarla uğraşmaktan vazgeçmiş, yeni hedefleri arasına Orhan Pamuk, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Yılmaz Erdoğan, Gülben Ergen, Pınar Altuğ, Sertap Erener, Ela Barlas, Tuğçe Baran, Ahmet Hakan, Mustafa Erdoğan, Nuray Mert, Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül, Güllü Aybar gibi isimleri almıştı.

İsimlerle kafayı bozmuş, bütün bu ve buna benzer kişilerin Yahudiliğiyle uğraşmaya başlamıştı.

Bütün kitaplarını artık bu mevzuya ayırıyordu. Yeni tezi hazırdı; "Ülkemizde, İbrani asıllı olmayanlar rantiye olamaz" diyordu.

Varsayalım ki Hoca'nın saydığı bütün bu isimler İbrani asıllıdır.

Ne olacak?

Bu sorunun saçma bir cevabı olduğunu kendisi de biliyor elbette. Ama Hoca "zeki" (siz kurnaz da diyebilirsiniz) adamdı; bir şey daha biliyordu:

İçinde magazin olmayan hiçbir şey artık para etmiyordu; o vakit Hoca nasıl gündemde kalacaktı?