Türk filmi denirdi… Siyah-beyaz ama renkli yıllardı.
Film başladı mı eli ‘o işlere yatkın olan’ dama çıkar, pencereye koşardı. Antenle oynar; onu, sağa sola, aşağı yukarı iter, netlik ayarı yapardı.
Her şey net olurdu, her şey netti!
İyiler iyi, kötüler kötü, zenginler zengin, yoksullar yoksuldu!
Her şey ya siyah ya beyazdı!
Polis, olay mahalline herkesten önce koşar, kötüleri tevkif ederdi. Duvarlarda öyle; ‘Türk’ün dişine kan değdi’ gibi yazılar okunmazdı!

• • •
Hata yapmak, o hatadan ders almak, af dilemek, alçakgönüllü olmak diye bir şey vardı. ‘Son’unda her şey tatlıya bağlanırdı. Jenerik öyle güzel akardı. Filmin tadı, insanın damağında kalırdı. İmkânsızlık yıllarıydı. Yeşilçam’da da imkânsızlıklar bolca işlenirdi. İmkânsız aşklar, imkânsız hayatlar, imkânsız buluşmalar… İmkânsız goller. Sonra Kemal Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit, Tarık Akan bir vururdu gol olurdu.

• • •
Hababam Sınıfı’nda, gözü paraya doymaz işletmeci ‘yeterince kâr edemiyorum diye’ okulunu kapatınca, çocuklar, gençler kendi okullarını kendileri yapmaya niyetlenirdi. Onca haylazlıktan sonra ders almak, hatadan dönmek, af dilemek de buydu. Absürtlük imkânsızlıktan, absürtlük naifliktendi. Sırıtmazdı.

• • •
Kimine göre Ahmet, kimine göre Mühendis Aydın, kimine göre Nurettin, kimine göre Şivan, kimine göre ise Yeke Kişi, Habip ya da Seyit Ali’ydi. Ama… Galiba en çok ‘Ferit’ ismi yakışırdı…
Ferit Aker, Ferit Çalışkan, Ferit Haznedar ve Damat Ferit…
Ferit’in o mavi balıkçı yaka kazağı, mavi gözleri her ne hikmetse siyah-beyaz camdan bile belli olurdu.

• • •
Röportaj yapmak, dolu dolu dinlemek kısmet olmadı… Yarım yamalak bir anıdır işte…
Cumhuriyet gazetesinin o eski, küçük asansöründe iki kat yolculuk yapmıştık. Bir Tarık Akan bir ben. Zaten, onun dev cüssesi nedeniyle asansörün başka kimseyi alması mümkün değildi. İlhan Selçuk’a çıkıyordu. Hafifçe kolunu tuttum. Dedim ki; “Şöyle dünya gözüyle size bir dokunayım…”
Güldü; iki kelime etti: “Aman estağfurullah…”

• • •
Tarık Akan’ın ölümü, fazladan üzüyorsa insanı…
Nedeni vardır. Biraz daha sahipsiz kalmışlık hissi, biraz daha yalnızlık duygusudur.
‘Hep mi iyiler erken ölür’ ya da ‘kimseler kalmadı be’ hüznüdür.
Çünkü Tarık Akan sadece bir aktör değil, aynı zamanda, ‘bir mayıs’ meydanıdır. ‘Birlikten güç doğar’ duruşu, her ne olursa olsun ‘sonunda hep iyiler kazanır’ mesajıdır.

• • •
Siyah, beyaz yıllardı…
Hatalarını anlayan çocuklar kendi okulunu kendileri yapardı.
Adalet Bakanlığı’nın müjdeyi verdiği Türkiye’de eski filmlere tezat; 100 bin mahpus için 174 yeni cezaevi yapılıyor şimdi. İz bırakanlar, ‘Yeni Türkiye’ye’ tahammül edemeyip eski filmlerde mi kalıyorlar ne…

• • •
Her şey net olurdu…
Kravat takmış yavşaklar, istismarcı zübükler, elinde viski kadehi olan bornozlu gavatlar, halkın ırzına, namusuna, üç kuruşuna göz dikmiş peşkeşsever hoyratlar, film ilerledikçe elekten geçerdi. Sonunda hep iyiler kalır, onlar kazanırdı.
Her şey netti. Kötüler kötü, zenginler zengin, yoksullar yoksuldu!
İyiler iyiydi ulan işte!

• • •
Tarık Akan’ın ölümü, iyilerin eksilmesine, güzel günlerin siyah beyaz zamanlarda kalmasına isyandır en çok! Bir nevi yenilgidir…
Bir ahtır… Türkiye siyaha döndükçe hayatımız da sanki eksiliyor. İyilerin ‘bu zamanlarda’ bırakıp gitmesi tesadüf değil gibi.
Türkiye öyküsü içinde Türkiye’yi anlatan kareler…
Tarık Akan her dönem her saraylara posta koydu. Ama krallar gibi yaşayıp krallar gibi iz bırakarak gitti.
Dayanamadılar mı? Muhtemelen!
İlk filmi, son filmiydi sanki… İsmi, artık yaşamaktan sıkıldığı ülkesini çağrıştırıyordu:
‘Solan Bir Yaprak Gibi.’