Şöyle düşündüm, eğer piyasa koşulları işlese her birimiz bayağı aranan isimler olurduk, oysa şimdi yeni seçenek olmak için mücadele halindeyiz… İrfan gerçekçi, muhalif yayınlarında ısrar edince demişler ki ona: “Bak sonun Enver gibi olur!”

Sonun Enver gibi olur

1 Yazar ya da sanatçı tasarıları bitince ölür. Gördüm ki düşlerimiz soyut kaldığı zaman adım adım eriyip, yaşlanıyoruz. Oysa yaratıcı faaliyet sürdükçe, kimi zaman cahil cehaletiyle de olsa, kendimizi serüvene attıkça güçlü kalıyoruz. Her sene baharı sevinçle karşılar ve yaz aylarında ne halt edeceğim diye düşünür dururum. Memur ailesinin belleğidir bu. Çocukluk hep kısacık tatiller için kurulan düşlerle geçer. Denizi ya görür ya görmezsin… Uzaktır çocukluk, o deniz… Çocukluk denizi farklıdır, ihtiyar adama uygun değildir, bir kez kaçtı mı elden, bir daha yüzülemez o suda… Tüm yaşam onun peşinde koşarak tükenir…

Elimde bir süredir oyalandığım bir kitap Giacomo Casanova “Hayatımın Hikâyesi”. Bu adamı çapkınlıkları, aldatmacaları, tatlı dilli bir aşk hayatı sürmesiyle tanıyoruz. Elbet kadınlarla başından geçenler biçimlendirmiş yaşamını ki herkes için böyledir zaten, yaşadıkların veya tasarladıkların, umdukların arasında sıkışır kalırsın. Adam tuhaf, sarsıcı ve değerli bir öyküyü aktarıyor bize. Kişi kendi hikâyesini ne kadar masum, yansız açığa çıkarır bilemem. Lakin kurmaca bile olsa bir kısmı ya da yanlış anımsama, temize çekme, ne çıkar, nihayetinde öğreneceklerimiz ve lezzet önemli değil mi?

Bettine adlı bir kızla, henüz onlu yaşların başında yaşadığı hem tensel, hem de ruhsal deneyim, belli ki yaşamını biçimlendiriyor Casanova’nın. İtalya’da Eco’nun “Gülün Adı”nı andıran bir tür din ortamında gelişen bu aşk deneyimi şu satırlarla son buluyor:

“Daha delikanlılığa erişmeden bu kadar iyi bir mektepten geçmiş olmama rağmen, altmış yaşıma kadar kadınların oyuncağı olmaya devam ettim. Bundan on iki yıl önce, koruyucu meleğimin yardımı olmasaydı, Viyana’da beni kendine âşık eden genç bir hoppayla evlenebilirdim. Şu anda bütün bu çılgınlıklardan uzaktayım; ama heyhat! Kızıyorum”


2 Sanatçının/yazarın fırsatçılığını sevmiyorum. Sırf içinden geçtiğimiz günler adına suskun kalmayı da ikiyüzlü buluyorum. Atatürk modasına uyup paylaşım yapmak, yazı yazmak, beste üretmek, her neyse… Ya da yoksulluk tacirliğiyle, ucuz edebiyat dergilerinin popülerliğine sığınarak, pek de mertçe olmadan tacirlik yapmak… Hiçbir şey incelikli olamıyor ya, ona yanıyorum… Bir de esen rüzgârı göre şiirini üfürenler var etrafta! Siyasetçinin yanılması kötü de, yaratıcının pusula bozukluğu acıklı görünüyor… Sayıklıyorum böyle, huysuz ve biraz ihtiyar bir dille…

Nihat Behram, Cansu Fırıncı ile birlikte rakı içtik geçende. Uzun söyleştik. Nihat ağabey yazı, şiir emekçisi, bu ikiyüzlü salgının her yanda olduğundan dertli, öfkeli… Liberal savrulma, artık yerleşik, kabullenilmiş bir hastalık halinde… Ölçüt sorunu kimseyi ilgilendirmiyor. Bir koca şair yürürken farkına varmayan çok, üzer insanı ama ya bilerek ve isteyerek onu yok sayan piyasa aydınlarına ne demeli? Ne hikâyeler anlattı Nihat ağabey bize… 12 Mart, 12 Eylül… Hazin… Susuyoruz, öfkemizi kursağımızda tutarak, yük haline getirip, hastalanarak… Bu siyasal İslam çılgınlığı karşısında ele güne açık vermemek için…Kitaplar serili masada…

3 Nihat ağabey arı gibi çalışıp, üretmiş. Yüzünde hem gurbet yalnızlığı var, bir tür sızı. Sosyalist hareketten kopmadan, üç kuruşa tamah etmeden direnç göstermesini uzaktan severdim gençken, şimdi dostluğumuz derin, güçlü. Masada uzunca konuştuk, ikimize yönelen eleştiriler aynı; keskin, müdanasız olduğumuz yönünde. Bir şair, eğer yurttaşlıktan çıkmış, neredeyse intiharın eşiğine dek gelmişse; kim onunla, neyin pazarlığını yapabilir ki? Kızının varlığı gurbeti yaşanılır kılmıştır elbet. Ancak Anadolu hasreti kimi zaman gözünde, bazen sofrasında tüter… Edebiyat tarihinde ölçü var mıdır sahiden?

Üç ahbap çavuş ilişkisini bir dereceye dek anlıyorum. Hani şu “kayırma” diyeceğimiz davranış var ya… Sevdiğin biri iyi olsun ister insan; lakin hak etmediği bir ödülü verebilir mi ona? Ya da gerçeğin üstünü örtebilir mi sadece birini sevdiği için kişi? Geçici süre birini büyük şair, romancı diye yutturabilirsin topluma ama ya tarih karşısında ne edeceksin? Semih Gümüş var mesela, tam buna örnek… Radikal, Taraf üç beş köşeyi tutmuş, liberal tezleriyle eleştirmenlik, yazarlık oynuyor, oynatıyordu. Ne oldu? Şakşakçıları devir değişince kayboldu… Bilmez mi yaptığının ne olduğunu o? Semih Gümüş liberal-sol sevdasını, ölçüt haline getirmiş, saldırmıştı bana ve Nedim Gürsel’e bir dönem… Yanıt vermedim… O akşam Nihat ağabeye yapılanları işitince geldi aklıma… Kin ya da öfkem var mı? Yokladım kendimi, hayır… Cehaletten çok daha kötüsü elindeki bilgiyi, olanakları silah olarak kullanmak…

Nihat Behram’ın “Çıkmak İçin Bu Karanlıktan” kitabını okudum. Şiiri devrimci olarak yazmaya dair…

DÜŞ BİTMEZ
Bitmez değil, gün biter
Günü gelir hasret biter, güz biter
Kabuklanırsın, acı biter yarada
Bitmezlik gökteki ayın huyu
Geceden geceye siner de siner
Bitmez değil, yol biter
İniş biter, yokuş biter, düşüş biter
Yorulur, ömür biter
İsterse ateşle örülmüş olsun, öpüş biter
Bitmezlik rüzgâra özgü
Kimi nazlı kimi hızlı eser de eser
Evet evet, aşk biter
Alır gider başını, söz biter
Sabır biter, sınır biter, ah biter
Işıyınca tasa, çınlayınca yas biter
Düş bitmez, ben biterim, düş bitmez

sonun-enver-gibi-olur-280007-1.


4 Şair Geoffrey Hill: “En çok güvenilen şairler sanatın yaşamımızın tamamı olduğunu ileri sürer gibi görünüp aynı anda sanatın yaşamla hiçbir bağı olmadığını kabul edenlerdir” demiş bir zaman. Freud’un biyografi yazarlarına dair öfkesine yanıt olarak kullanmış bunu Adam Phillps. Düşündüm üstüne. Tanrısı olmayan, ölümle korkusuzca yüzleşmek isteyen biri için iyi bir hedeftir yaratıcı olmak. Bu kafa tutuş yaşamı katlanılır kılar belki. Yapıtın kendisi o denli önemli midir, yoksa bunu bahane sayarak yaşama tutunan kişinin kendisi mi hakikati gösterir? Karmaşık bir durum bu, çelişkiler dolu. Yaratıyla kendine anlam yaratmaya çalışan kişi, okuruna hayallerden oluşan ve türlü öğretiler sunan bir metin verir. Dil sunar. İşte yaşam bu, der ardından…

Şiirle uğraşan biri için, iyi bir dize yakalamanın ne denli güç olduğunu bilerek söylüyorum bunu, gündelik olayların içinden herhangi değerli bir yaratıya denk gelinemeyeceğini tahmin etmek, bilmek kolaydır. Kendi adına, kendi sesinle konuşma uğraşıdır şiir. Burası için ayrıca konuşmak gerek. Benim yaptığım tarif budur. “Herkesin kendine ait bir sesi var mıdır?” sorusu değerli. Bunu bulmaya çaba gösterene saygı duyarım, sonuç başarısız olsa bile. Bir de bunu asla idrak etmemiş güruh içinde yaşayarak, oyalanarak zaman harcamak var. Adına harcanan zaman denmesi yerindedir.

“Her rüyada bir önceki günün yaşantılarına bir temas noktası bulmak mümkündür” diyen Freud’a katılıyorum yürekten. Yeni bir soru koyuyorum ortaya: Rüyaların özgün, kendince bir dili olması mümkün müdür? Yani gerçekten herkes biricik ve benzersiz rüyalar görüyor mu? Şiir, okuruna şairin rüyasını gösterme işidir belki.


5 Televizyon etkili, güçlü araç… Hep izleyici üstünde etkisi konuşulur, oysa uçucu şöhretin bıraktığı ize dair çok az yazıldı, düşünüldü. Ekran arkasında mesleğe başlamanın yararını gördüm. Bir süre büyük alkış alıp, el üstünde tutulan nice yıldızların çöküşüne tanık oldum. Kimi alkolik oldu, bir kısmı zamanında çekilme erdemi gösterdi, bazısı yoksullukla boğuşuyor. Genellikle emeksiz gelen şöhret, üstelik gençken, kalıcı olmuyor, olamıyor… Haber yayıncılığı da, hele bizim gibi siyasi zemini oynak ülkede, şöhret ve para getiriyordu. Hoş, şimdi sadece iktidarın eline tutunanlar para kazanıyor da, onlar için saygınlık, meslek ölçütü falan yok…

Ben kendime sanatın, edebiyatın terazisini çıta olarak koydum. Ekranda elde edilen başarı, hızlı yükseliş günün birinde bitecekti, ta ilk gençliğimden emek verdiğim şiir, roman, deneme beni korurdu mutlaka. Öyle de oldu. Ne garip, ilk verimim şiir… Şimdi yoldaşça bir dirençle umudu tazelediğimiz, ses olmaya çalıştığımız Tele1 ekranı var. Ne denli izlenme başarısı sağlanıyor, başarı kadar iktisadi koşullar oluşuyor mu, ayrı sorular… Geçen gün Kanal D’den kovulan İrfan Değirmenci konuk oldu. İyi bir ekran yüzü, deneyimli gazeteci… Şöyle düşündüm, eğer piyasa koşulları işlese her birimiz bayağı aranan isimler olurduk, oysa şimdi yeni seçenek olmak için mücadele halindeyiz… Direnmek her yerde olmalı…
İrfan gerçekçi, muhalif yayınlarında ısrar edince demişler ki ona: “Bak sonun Enver gibi olur!”

6 “Belâgatin tabiatın sırlarına başvurması, olsa olsa bir ressamın tabiatı taklit etmeye çalışmasına benzer. İkisinin de bu yolla bize sunduğu güzel şeyler sahtedir” diyor Casanova. Bilge bir cümle… İçinde özgün, tesirli, derin düşünceler olmayan cümleler, geçici etki bıraksa bile, uzun soluklu olamaz. Üstelik sahtedir… Hoş resim sanatının bizde uyandırdığı duygularla, salt belâgatle sağlanan etki aynı kefeye konamaz. Yine de bir kurmaca, etki yaratma becerisinden söz etmek gerekir. Biri insanı kandırıp, o yanılgı üzerinden sonuç elde etmek anlamına gelirken; diğeri sanatsal haz ve güzellik doğuruyorsa, demek ki, tabiattan ödünç almanın niyetine bakmak gerekir!

Belagatin gücü, çoğu zaman siyasetçinin tezlerini savunmasına yardımcı olur ve kitlelerin yanlış karar vermesini sağlar. Etik değerlere bağlı, paylaşımcı bir siyasetçi, sözcüklere yeterinde hâkim olamadığı ve meselesini dile getirme becerisinden yoksun olduğu için yenilebilir. Bir diktatör sürekli yalan söyleyerek iktidarı ele geçirebilir… Demek ki yapay olan ile yalan olan arasında ayrım var. Belagat güçlü bir silah kuşkusuz…

Ressam, tabiatı alır bazen, değiştirir, dönüştürür; kuşkusuz sahtedir gördüğümüz ama zaten iddiası da budur. Artık başka bir yaratı olmuş, yeni bir dil oluşmuştur. Bunu düşündüm sabah…


7 Giacomo Casanova hastalığı sırasında ailesinin burnundan getiren, hekimlere kök söktüren, hatta şeytan çıkarsın diye getirilen rahibi kaçıran Bettine için şöyle yazıyor:

“On üçüncü gün ateşi düştü. Bu kez de dayanılmaz bir kaşıntıyla kıpırdanmaya başladı. Kaşıntısını durdurmada hiçbir şey durmadan tekrarladığım şu sözler kadar etkili olmuyordu: “Bettine iyileşeceğinizi aklınızdan çıkarmayın. Ama kaşınırsanız öyle çirkin kalırsınız ki, bir daha kimse sizi beğenmez.” Dünyanın bütün hekimleri birleşse, güzel olduğunu düşünen ve eğer kaşınırsa kendi hatası yüzünden çirkin kalacağını bilen bir kızın kaşıntısını durduracak daha iyi bir çare bulamaz.”
Gülümsedim. Hayatın gizi mi bu?